Yeni bir yer,
yeni bir yol, yeni bir heyecan için yine çıktık yollara. Sofya dönüşünden beri
gitmenin hayali içerisindeydik. Karadeniz’ i bir de batıdan görelim dedik, kimilerimiz kuzeyden görmek için can atsa da…
Tekirdağ, trafik sigortası işlemleri için en çok bir saatimizi alır derken, plakanın
yeni kaydı nedeniyle dört-beş saat tur attırdı bize çarşısında. Neyse ki
karanlığa kalmadan çıkabileceğiz yola. Dereköy sınır kapısına kadar yol
muhteşem; çift şeritli, düzgün zeminli. Hiç böyle bir sınır kapısı hayal
etmemiştim. Kuş uçmaz, kervan geçmez derler ya… Birkaç araç ve sakin,
hallerinden memnun görevliler. Biz de çıkmadan son hazırlıklarımızı yapıyoruz.
Bina içerisindeki mescitte namazlarımızı kılıp, Tekirdağ köylülerinden
aldığımız enfes kirazları dışarıda bir köşede oturup midemize indiriyoruz. Küçük bir kontrol noktası ve hemen ilerisinde
yine küçük; Bulgaristan sınır kapısı. Devasa boyutlardaki koyu yeşil ağaçların
arasından, korku tünelini andıran, bol virajlı, daracık yol, kesinlikle gündüz
geçilmeli. Hem manzaranın tadı çıkarılmalı hem de yol da oluşan, uçuruma
sürükleyebilecek küçük heyelanlardan kaçınılmalı… Kimse gelmesin, kimse
gitmesin diye mi böyle anlamadık? Bu ilk hayal kırıklığımızı, ileride ancak
korku filmlerinde ya da kâbuslarımızda görebileceğimiz, tüyleri ürperten,
bakımsız iki köyle perçinliyoruz. Bir an acaba geri mi dönsek diye
düşündüğümüzü hatırlıyorum. Bu iki köyden aklımda kalan tek renk gri… Hatta
grinin yüz elli tonu. Yeni bitmiş bir savaşın rüzgârını takip ediyoruz sanki,
çocukların yüzleri bile gri. ‘’Piyanist’’ filminde başroldeyiz… Bulgaristan bu
köylerini Avrupa Birliğine girerken unutmuş gibi. Tek isteğim, arabadan inmek
zorunda kalmadan buradan uzaklaşmamız. 50’ li yıllardan kalma bir Rus kamyoneti
yolun ortasında kaza yapmış ve yan yatmış.
Kurtarma ekiplerinin yanından yavaşça geçerek yüreğimiz ağzımızda yola
devam ediyoruz. Bu iç karatıcı manzaraya nazaran çok iyi durumda olan ilk
akaryakıt istasyonundan vinyetimizi alıp hızlıca uzaklaşıyoruz. Karadeniz’in
havasını hissettiren, dar ormanın içine gizlenmiş bu korkunç keyifli yolu, sonunda
alabildiğimiz navigasyon sayesinde, Burgas Primoretz Otel de sonlandırıyoruz.
Bize kalsa bu karışık şehir girişini bulmakta zorlanırdık. Zaten akşam olmak
üzere, otelin havuz ve spa kısmı da harika deyip, dışarı çıkmaktan vazgeçiyor
ve günün yorgunluğunu sulara bırakıyoruz. Şehrin üzerinden güneşin batışını,
limandan gelen martı sesleri eşliğinde izleyip, heyecanla ertesi sabahı
bekliyoruz. Açıkçası geldiğimiz yola
ziyadesiyle değdi…
Primoretz Otelden Burgas Manzarası
Çok seviyorum,
gözlerimi açtığımda hangi şehirdeyiz diye birkaç saniye düşünmeyi. Şimdi
erkenden kahvaltıya inip, hiç vakit kaybetmeden şehir keşfedilmeli. Otelin
konumu, hizmeti, bahçesi, manzarası ve
kahvaltısı muhteşem. Demleme çay bile var. Biz tabaklarımızı masaya bırakıp
çaylarımızı alırken garsonun masamızın yanında bekleme nedenini, maalesef
ertesi gün anlıyoruz. Harika bir kahvaltının ardından, hemen çıkıyoruz
şehre. Yol çalışması nedeniyle ara
sokaklara dalıp kısa bir süre sonra buluyoruz şehrin en merkezi Aleksandrovska
caddesini. Dükkânlar, küçük parklar ve ağaçlarla süslü caddesinde tarihi Burgas
Otelin(Casino) önünden geçip, hemen yanı başındaki şehirde yaşayanların ünlü
buluşma noktası; saatin yanında mola veriyoruz.
Deniz kabuğu şeklini verdikleri taşlar ve çocuklar için oyun alanı olan,
ördekli küçük bir alan. Mimari anlamda keyifli, iki-üç katlı, restore edilmiş
binalara baka baka yürürken, kavşaktaki pusulanın üzerinde buluveriyoruz
kendimizi. Hemen o anı fotoğraflamalı.
Haziranın
tatlı sıcağını biraz serinletelim diye Mc Donald’s da dondurma arası verip,
yoldan geçen insanları dalıyoruz seyre. Sanki oturmaya vakitleri yokmuş gibi, ayaküstü
atıştıran insanlar kalmış aklımda nedense. Küçük küçük birçok pizzacı var cadde
üzerinde ve birbirinden lezzetli görünen fırınlar. Yolun ilerisinde, Adliye binasına çıkan bir
meydan karşılıyor bizi. Meydana adım atmadan önce, çiçeklerle bezenmiş yol
kenarındaki çeşmeden su içmeye çalışan kızımızı bekliyoruz. Bakıyoruz ki bir
teyze ona çeşmeyi nasıl kullanacağını öğretiyor. Havanın tadı harika. Hal böyle olunca; bu küçük sevimli şehirdeki
meydan, genciyle yaşlısıyla dolu. Bir yanda öğrenci grupları, diğer yanda dede-torun
çiftleri. Herkes kendi halinde ve sanki herkes mutlu. Yerden suların püskürtüldüğü
alanda, vaktimizin bir kısmını oyuna ayırıyoruz. Saatlerce peşimizden yürüyen,
daha doğrusu sürüklenen bir çocuğumuz var ve biz her bulduğumuz fırsatı oyuna
çevirmeliyiz.
Adliye
binasının önünde, yaptıkları el işi örgüler ve dantelleri satmak için sergi
açmış iki abla, yanındaki bir dondurmacıyla. Hemen ilerisindeki koca gövdesi ve
insanlara gölgesiyle kol kanat geren, asırlık çınar ağacının altına oturup, şimdi
hangi yöne diye düşünüyoruz. Yol üzerinde turizm danışmaya rastlamadık, nasılsa
daha vaktimiz var diyerek adliye binasının etrafını dolaşıp, yönümüzü
değiştirmeden, yolun karşısındaki caddeye bırakıyoruz kendimizi. Her iki yanı asırlık çınar ağaçları ile çevrili,
yeşilin sakinliği ve serinliğiyle kaplı bir cadde. İlk kez Second Hand mağazası görmüş olduk bu
sayede. Her ürün öyle temiz ve düzenli ki, eski kokusu burnumuza işlemese
ikinci el olduğunu anlayamayız herhalde. Otobüs duraklarıyla sonlanan, vaktin
nasıl geçtiğini bize hissettirmeyen, ağaçlarla bezenmiş yolu, hediyelik eşya
satan minik dükkanları geze geze geri dönüyoruz. Küçük fırınlardan gelen meşhur
banitsa böreklerinin lezzetli kokuları da, tok insanı acıktıracak türden
doğrusu. Döndük geldik yine adliyeye. Önündeki meydanın hemen köşesinde, mimariyse
dikkat çeken iki katlı şirin kitapçının havasını soluyup, birkaç kişiye turizm
danışmayı sorduk ama bilen çıkmadı daha.
Billa marketten yiyecek bir şeyler alıp, ara sokaklarda dolaşırken,
altından geçen insanların o yıl sağlıklı olacaklarına inandıkları St.
Nicholas kapısıyla karşılaşıyoruz. Hadi
geçelim derken karşımızda buluveriyoruz turizm danışmayı. Haritalar, magnetler
ve birkaç broşür ile tamamladık eksiklerimizi.
Saatlere göre kuş sesleri
Doğuştan park
sensörlü kızımızın tespit ettiği, harika bir park var sırada… Girişte kuşların
ötme saatlerini anlatan bir tabela çekiyor dikkatimizi. İki kız çocuğu
birbirlerini anlamadan saatlerce konuşabilir mi? Evet. Biraz oyun, bolca sohbet
onlarınkisi. Yeni tanıştığı, aralıksız
konuştuğu ama, hakkında sadece ismini bildiği ( Johanna ) arkadaşından ve bu güzelim parktan ayrılmak,
bu günün en zor işi. Şimdi otele dönüp namazlar kılınmalı, biraz atıştırdıktan
sonra, yeni yerler için keşfe çıkılmalı.
Otelden çıkıp
hemen yanı başındaki denize paralel yürüyüş yolunu başladık takibe. Güzel bir
çocuk parkı, iskele, ülke bayraklarıyla çevrelenmiş gemi maketi, yaya ve
bisikletli yolu, kilise, prefabrik sağlık merkezi ve tuvaletler, köpek
sahiplerinin dışkılarını toplayıp attığı çöpler, her yanda huzurlu yaşlılar,
mutlu çocuklar ve eğlenen gençler… Her şey düşünülmüş… En güzeli de, mavinin
bittiği yerde yeşilin başlaması. Hem de her tonuyla, her rengiyle… Bu keyifli
yürüyüşü, Sea Side Parkın Pantheon Anıtıyla taçlandırıyoruz. Ortasından
geçişe izin vermeyen demir kapıları var. Ve oralarda görmeye hiç alışkın
olmadığımız birkaç çöp, bir plastik top. Biz anıtla fotoğraf çekilmeye çalışırken
profesyonel kameralarıyla bizi çekmeye çalışan üç gençle tanışıyoruz. Şehir
merkezi ve turistik alanları bize Avrupa da olduğumuzu hissettirse de, kenar
mahalleler komünist dönemin izlerini taşıyor.
Hava
kararmadan odamıza dönmeli. Farklı yerleri de görmek için, parkın yukarısından
Burgas Otelin sağına çıkan caddeye giriyoruz. Ve işte karşımızda dev gramofon. İki elle, zor çevirsek de kolunu, müziği bize
farklı bir mutluluğu daha tattırıyor. Bu anı da saklamalı.
Dondurmacılar,
irili ufaklı barlar, cafeler ve restoranlarla dolu, akşamüzeri belki de
Burgas’ın en hareketli caddesi. Ana caddeye çıktığımızda, aydınlık saatlerin
neşe ve güven veren havası kaybolmuş gibi. Arkamızdan yürüyen, Türkçe konuşup
hakkımızda ‘’Arap olmalılar’’ şeklinde yorumları yapan başıboş insanlardan
korkmadık değil. Otele ulaşana kadar ki on dakikamız, belki de bugün geçen en
uzun dakikalarımızdı. Neyse ki, sorunsuzca varıyoruz otelimize.
Bugün veda
günü Burgas’a. Ama ayrılmadan önce, limana gitmek var aklımızda. Şimdi kahvaltı
zamanı. Damak tadımıza uygun, harika bir
kahvaltı bekliyor bizi. Tabaklarımızı masaya bırakıp, çayları alırken,
kızımızın masadan kalkmasıyla, martının tabaktaki yumurtaları kapması bir
oluyor. Dün, bu sebeple bekliyormuş demek ki garson amcası. Bizdeki şaşkınlık ile, hâlâ masanın etrafında
dolaşan martıdaki pişkinliğin tarifi yok! Can Yücel’in dediği gibi; martılar
denizin sokak çocuklarıymış ne de olsa. Artık bu da eklendi anılarımıza.
Limandaki
St.Anastasia adasına giden, iki küçük gezi teknesini seyre dalıp, denizin
sesiyle biraz dinginleşip, çıkıyoruz hayatımızda ilk defa göreceğimiz yeni bir
yola daha… Şimdilik Burgas’a veda.
N E S S E B A R
Burgas’dan sonra sırada Varna. Kıyıdan
kıyıdan gidelim, bu yol üzerindeki güzellikleri de kaçırmayalım dedik. UNESCO
kültür mirası listesinde olan, Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri
olan Nessebar yarımadası ilk durağımız. Yolda kararmaya başlayan hava
Nessebar’da bizi, çiseleyen yağmurla karşılıyor. Ayvalık’taki Cunda adası gibi
burada da yarımadaya incecik, üzerinde tarihi yel değirmeninin olduğu şirin bir
yoldan geçerek ulaşıyoruz. Aracımızı açık otoparka bırakırken anlıyoruz ki;
burası oldukça turistik. Zar zor bir boşluk bulabildik bu kalabalık otoparkta.
Nedense turizmin yoğun olduğu bölgeler pek sevimli gelmez bize. Aklımızdaki bu düşünce ile otoparktan çıkıp
başlıyoruz yarımadayı yürümeye. Tarihi kiliselerden sanırım dört tanesini
görebildik. Akın akın turist ve her köşeyi kenarı kaplamış yöresel ürünlerin,
hediyelik eşyaların olduğu sergilerin, dükkânların arasında tarihi güzellikleri
arıyoruz. Merkeze girişte yer alan müzede uzun bir kuyruk. Vazgeçip
beklememeli, yağmur bastırmadan Nessebar gezilmeli. Biraz Şirince, biraz da
Cumalıkızık tadı var. Her renkte, her dilde, her yerde insan. Biraz yürüdükten
sonra, merkezdeki tarihi kilisenin önünde, ağaçların altında çocuk parkı molası
veriyoruz. Çocuk sesleriyle büyüyen, küçücük bir park.
Biraz
kalabalıktan uzaklaşıp ara sokaklara dalmalı, Osmanlı mimarisini andıran
genelde iki katlı ve altı taş, üstü
ahşap binaların arasında
kaybolmalı… Evlerin kapılarındaki ölüm ilanları çekiyor dikkatimizi. O kadar
çok var ki. Sanırım buraya insanlar ömürlerinin sonbaharında yerleşiyorlar.
Sokak arasındaki Assumption Kilisesi, bu ölüm ilanlarının topluca asıldığı
duvarıyla karşılıyor bizi. Kilisenin içerisi de çok ilginç. Bahçesinde ahşaptan
yapılmış büyük bir Hz. İsa heykeli selamlıyor gelenleri. İçerisi ise, ‘For
Alive, For Death’ yazılarının altındaki mumlardan çıkan kokularla bezenmiş,
ikonalarla renklenen sakin bir havaya sahip. Kilisenin sağındaki kapıdan
çıkınca, girişteki ölüm ilanlarına tezat bir resim karşılıyor bizi. İçine
sadece kızımızın sığabildiği küçük bir sahne ve yüzümüzde koca bir
gülümseme.
Kilise girişindeki ölüm ilanları
Kiliseye ait çocuk oyun alanı
Sakin sokak
aralarında rahat rahat gezinirken, evinin alt katında hediyelik eşya satan bir
teyzeye rastlıyoruz. Biraz sohbet ve birkaç küçük hatıra ile ayrılıyoruz
yanından. Çiseleyen yağmur hızlanıyor,
sırılsıklam olmadan biz de hızlanıyoruz. Bir başından bir başına dolaştık
yarımadayı ve en çok çarşıdan uzaktak sakin köşelerini sevdik. Belki yağmur
artmasaydı, bir ucunda uzun uzun seyre dalardık Karadenizi…Kısmet değilmiş.
Haydi bakalım, yine yollara…
V A R N A
V A R N A
Nessebar’ a
elveda, yollara yine merhaba. Nessebar’da bize eşlik eden yağmurun peşimizi
bırakmaya hiç niyeti yok. Hatta gök gürültüleri, düşen yıldırımlar ve arabayı
deleceğini düşündüğümüz dolu yağışını da aldı yanına. Sınır kapısında bekleyen
tır kuyrukları gibi, dizili bütün araçlar yol kenarlarında. Biz de bir boşluk
bulup giriyoruz hemen aralarına. Sanırım daha önce, yolda hiç bu kadar yağışla
karşılaşmamıştık. Zihnimizden en kötü ihtimalleri geçirip korkudan
dillendiremediğimiz neredeyse yarım saat süren bu bekleyişten sonra; yağmurun
biraz hafiflemesiyle birer birer çıkıyoruz yola. Ah Varna! Ulaştık sonunda sana.
Her yer, her
tonuyla yeşil. Gökyüzünü kaplayan bulutların arasından sonunda güneşe ulaştı
gözlerimiz. Sanki az önce bir kâbustaydık, şimdi ise en güzel renkte uyandık.
Sıra geldi Dimyat Oteli bulmaya. Neyse ki Burgas kadar karışık değil
girişi. Denize bitişik uzunca bir orman,
ve hemen paralelindeki yol ile ayrılan muhteşem manzaralı bir şehir şeridi, bu
şerit üzerindeki Knyaz Boris caddesi ve
bu cadde üzerinde mükemmel konumuyla Dimyat Oteli. İnsan daha ne ister ki?
Derin bir
nefes alıyoruz arabadan inince. Bu nefes sabahın tüm yorgunluğunu sildi
üzerimizden. Şimdi otele yerleşip, vakit
kaybetmeden, günün kalan saatleri değerlendirilmeli. Sea Side Park’a paralel
üzerinde Varna Ekonomi üniversitesinin de bulunduğu Knyaz Boris caddesini,
kaldırım çalışmalarından atlaya atlaya geçip yürüyoruz. Bu kadar maceranın
ardından acıkmış olmalıyız ki ayaklarımız bizi yemek kokularına doğru
götürüyor. Üniversiteden sonra dönüp takip ettiğimiz yolun karşısında acaba
nuddle mı yesek diye biraz düşünsek de, önünden geçtiğimiz Happy Grill sanki
bizi çağırıyor. Güzel bir vajeteryan pizza, meşhur şopska (peynirli salata) ve
dikkat çeken bir sunum(!) ile lezzetli bir merhaba diyoruz Varna’ya. Şimdi
yediklerimizi yola çevirmeli, hava kararana kadar şehir gezilmeli.
Geldiğimiz yolu köşeye kadar geri dönüp,
Ekonomi Üniversitesinin bahçesindeki kelebek heykelinin fotoğrafı çekilmeden
olmaz diyoruz. Şansımıza kapısı açık, içerideki banklarda oturup maden
sularımızı yudumluyoruz. Aman çimlere
dikkat! Buradaki çimler, parklarında çocukların koşturduğu çimlerden değil
sanki. Tek bir adımla görevliyi kurt adama dönüştürebiliyoruz. Aman amcam, sen
de ne sinirlisin desek de, anlaşamadığımız için saygıyla önünde eğiliyor ve
ekonomi üniversitesinden; terk öğrenim durumuyla ayrılıyoruz.
Varna Ekonomi Üniversitesi Bahçesi
Neyse ki
tatsızlıkları tatlandırmakta üstümüze yoktur. Bu hızla diyoruz ki Opera binasına
kadar yürüyelim. Yol üzerinde, hemen yanı başında beyaz mermerden yunus
heykellerinin olduğu Aziz Nikolas kilisesini de ziyaret ettikten sonra
ulaşıyoruz opera binasının bulunduğu meydana. Kırmızısıyla meydanı renklendiren
opera binası ve hemen yan kapısında gösterileri için bekleyen kostümlü
sanatçılar ilginç bir anı olarak alıyor hafızalarımızdaki yerlerini. İlerisi
ağaçların arasına gizlenmiş küçük bir park, meydanı çevreleyen süslü binalar ve
alışveriş merkezleri. Ne kadar saklansak
gizlensek de çaktırmadan ilerleyen yağmur bulutları peşimizde. Yolun sonunda
turizm danışmaya uğrayıp tamamlıyoruz eksiklerimizi. Farklı bir yoldan geri
dönelim derken dalıyoruz Slivnitsa bulvarına… Trafiğe kapalı, şehrin en işlek
caddesindeyiz. Ve bir Varna klasiği olan
yağmur ile birlikte. Gözlerimizi büyüleyen güzellikteki yeşilin kaynağı buymuş
demek ki. Bir han girişinde yavaşlamasını bekliyoruz damlaların. Tekrar gülümseyen güneş ile çıkıyoruz
saklandığımız yerden. Birbirinden leziz fırınların, dondurmacıların, cafelerin,
olmazsa olmaz hediyelik eşya dükkanlarının olduğu, mutlu insanlarla dolu renkli
Slivnitsa Bulvarı… Bulvarın sonu ise; âşık olduğumuz Sea Side(Primorski)
Park. Daha önce hiç bu kadar güzelini
görmemiştik. Ihlamur ağaçlarının ilham veren kokularıyla, yoğun oksijeniyle,
sıcağa kalkan dev ağaçlarıyla, her bir çiçeği, her bir taşıyla, muhteşem
planıyla, köşe başı müzisyenleri ve sanatçılarıyla, cıvıldayan çocukları, gülümseyen
şanslı insanlarıyla , hayallerimizdeki cennet kavramını güncelleyen muhteşem
bir park. Yarın içinde kaybolalım, her
köşesini keşfedelim diyerek, hava kararmak üzereyken otele doğru yöneliyoruz.
Tam adımlarımız hızlanmışken, birden kulak kesiliyoruz parkın içinden gelen
müzik sesine. Dışarıdan demir parmaklıklarla çevrili duvarın arkasına ulaşan
sesleri takip ediyoruz. Sorabileceğimiz
kimse yok görünürde. Sadece açık bir kapı. Ne kaybedebiliriz ki, diyerek
atıyoruz içeriye adımımızı. Aman
Allah’ım! İçerisi muhteşem. Tamamen sarmaşıklarla örülü yeşilliğin içinde bir
sahne ve yerel halk müzikleri eşliğinde folklor gösterisi. Daha ne
düşleyebilirdik ki? Son saniyesine kadar değerlendirdik bu güzel zamanı.
‘’Summer Theatre’’ mış bu büyülü yerin adı.
Çıktığımızda hava çoktan karamış, yağmur yine çiselemeye başlamıştı.
Hızlı adımlarla on dakikada ulaşıp Otel Dimyat’a, muhteşem manzarasıyla
kapatıyoruz gözlerimizi gecenin sessiz karanlığına…
Summer Theatre
En güzeli,
yeşilin maviye karıştığı manzarayla güne başlamak. Bu manzaranın içinde
olabilmek için, haydi hemen kahvaltıya. Bu lezzetli anı kocaman bir kirazla
noktalandırıp, kendimizi bırakıyoruz Primorski Park’a. Gün batımı kadar
muhteşem bu parkta gün doğumu. Sanatçıları,
okul grupları, koşuşturan çocukları, genci yaşlısıyla tüm mutlu insanlar
burada. İlginç heykeller, ağaçların arasına gizlenmiş anıt mezarlar, denize
ulaşmak için açılan yollar, mini lunaparklar aklımızda sadece kalanlar. Burada
yürüdüğümüz iki saat, on dakika gibiydi ve her on dakika ömrümüze iki saat daha
ekledi sanki. Şairin ‘ Varna’da kendimi memleketime daha yakın hissediyorum,
kokusu, denizi, toprağı bana iyi geliyor ‘ demesinin Hikmet’ini düşünüyoruz bir
an.
Parkın sonuna
doğru ulusal denizcilik müzesi karşılıyor bizi. Bahçesinden parka açılan alanda
sergiliyor bazı eserlerini. Biraz daha yürüyünce girişinde ilginç ejderha
heykeli olan yüzme havuzlarıyla karşılaşıyoruz. Bir yanda yeni öğrenen
bücürleri, bir yanda da profesyonelleri izlerken düşünüyoruz da, daha ne
olabilirdi ki. Aklımıza hiçbir şey gelmedi… Evet, vardık sona. Madem buraya kadar geldik, sağa doğru
kıvrılan yolu takip edip istasyon binasını da görmeli. Hala bakımlı olan saat
kulesi ve içeride duvarlarını süsleyen tarihi hatıralarıyla soluyoruz
geçmişinin nefeslerini.
Gülümseyen bir
güneş bekliyor bizi ve bu gülümsemeden payını alacak birçok fotoğraf. Sevimli
belediye binası, karşımıza çıkan ilginç heykelleri, opera binası ve daha
nicesi… Antik Roma hamamlarının önündeki trafiği kalabalık yolu takip etmek
yerine parkın içinden geçiyoruz yine kısa bir süre. Slivnitsa bulvarı
girişindeki Kültür merkezine girip, kitapçısını dolaşıyoruz. Sıcağını eriten
dondurmalarıyla yürürken bulvarı, ünlü Varna Katedraline çıkan bir arada
pazarın içinde buluyoruz kendimizi. Biraz yorulmuş, biraz da acıkmışken kiraz
ve ahududu molası veriyoruz hemen yanı başındaki çocuk parkında. Kızımız da
doyasıya parkta. Tam da nerede kalmıştı
diye merak edecekken yağmur bulutu beliriyor gökyüzünde. Bir an önce katedrale sığınmalı. Dükkânların
olduğu bir alt geçitten çıkıyoruz hemen önüne. Altın rengindeki kubbeleri, tek
tek işlenmiş taşları, renkli camlarıyla ağaçların içinden gökyüzüne süzülen
katedralin içi, dışının aksine daha sade ve sakin. Yaklaşık yarım saat süren
bekleyişimizin ardından azaldığını düşündüğümüz yağmurda çıkıyoruz dışarıya.
Varna Katedrali
Bugünün
damlaları düne göre daha inatçı, vazgeçmeye niyeti olmadığı gibi bizi baştan
aşağıya yıkamaya niyetli. Bir an bankların üzerine ve çiçek kenarlıklarına
basarak yürüdüğümüzü hatırlıyorum.
Şuraya sığınıp hem yemek yeriz, ama o zaman da öğle namazını kaçırırız,
ıslansak da yürüyelim mi diye konuşurken aramızda, Bir’i imdadımıza yetişti.
Nereden geldiğini anlamadığımız bir taksi, önümüzde durup Türkçe gideceğimiz
oteli sordu ve bizi sadece 5 leva ya oraya götürebileceğini söyledi. Böylece
ulaşmış olduk kalbimizden geçene.
İki gündür
saklambaç oynadığımız yağmur veda ediyor bugünlük bize. Biz de fırsatı değerlendirip hemen parkın
kuzeyinde görmediğimiz yerleri çıkıyoruz keşfe. Futbol ve basketbol sahaları,
ilginç eski motosikletlerle çevrelenmiş yolu, lunaparkı ve sanki burada
olmaması gerektiğini düşündüğümüz lüks yalıları ve otelleri de görüp, bu gün de
uğurluyoruz güneşi.
Varna’ya veda
gününün sabahında otelden ayrılır ayrılmaz görülmesi mutlak bir yer bekliyor
bizi. 1444 müzesi. Bulgar komutan
Huniyadi Yanoş’un anıt mezarı, görevlinin büyük bir nezaketle tek tek gezdirdiği Varna savaşını anlatan
müzesi, ve toprağın altında var olduklarını bize hissettiren şehitlerimiz.
Merdivenlerle ulaşıyoruz haç işaretinin olduğu en yüksek tepesine. Birçok yerde
karşılaştığımız gibi burada da bir grup öğrenci. Görerek, yaşayarak öğrenmeye
gelmişler belli. İlkokul yaşlarındaki öğrencilerden ikisi bizimle konuşmaya
başlıyor. Burada yaşayan Türklerden Ali ve Nuri. Savaşın nasıl anlatıldığını
soruyoruz ve başarılarının övgüsü kadar hatalarından ders almak için uğraşan
bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.
Müze 1444 içindeki mozole
Mavinle, yeşilinle ve mutlu insanlarınla hoşça
kal, ayrılırken üzüldüğümüz şehir Varna…
B A L C H I K
Varna’dan
Romanya sınırına ulaşmak amacımız. Bol virajlı ve yazlıklarla dolu yollardan
geçerken Balçık atlanmamalı. Bir aşk
hikâyesiyle örülü bu küçük kasabanın kubbesi.
Girişindeki yoğun araç trafiğini atlatıp, küçük bir otoparkta yer
buluyoruz. İlk hedefimiz Romen Kraliçesi Marie’ nin müzesine ulaşmak. Öyle
kolay mı Kraliçeye ulaşmak? Önce maddi bir bedel ödemelisiniz, sonra kavurucu
sıcakta kaktüslerle dolu yolu aşarak, müze girişindeki Ejderhayı ikna edip
kapıya ulaşacaksınız. Sanırım kızımla
birlikte daha az animasyon izlemeliyim. Asıl hikâyeye gelince; girişteki gişelerde Türkçe de konuşabilen
bayan görevliden müzeye ulaşmadan önce botanik bahçesine girmemiz gerektiğini
öğrenip, hem botanik bahçesi, hem müzeye giriş için ayrı ayrı alıyoruz
biletlerimizi. Fiyatları bu alan için
daha makul olabilirdi. Botanik bahçesinde fazla zaman geçiremiyoruz yakıcı
haziran güneşinde. Bahçenin bakımında
görevli Türk hanımları görüyoruz. Tek tek koruyup isimlendirdikleri bakımlı
çiçekleri, nilüfer havuzları, cam sera içerisindeki dev kaktüsleri hızlıca
dolaşıp bizce bahçenin en güzel yerine ulaşıyoruz. Nöbet bekleyen askerler gibi
dizilmiş servi ağaçlarının arasından nazlı nazlı akan su kanalları. Taştan uzun
ince yolları ve deniz manzaralı küçük havuzu ile sonlanan, ağaçların gölgesinde
serin hava koridoru oluşturan bir alan.
Birçok kişi bizimle aynı fikirde olmalı,
oturup fotoğraf için bekliyoruz sırayı.
Balchık Garden Park Serası
Denize
paralel, kimi zaman ağaçların gölgesinde, kimi zaman da tuğlalardan örülmüş
tarihi evlerin kapı önlerinden geçerek ulaşıyoruz sonunda hedefimize. Taşlı
yüksek bir kaldırımda, ağaçların altında durup uzaktan seyrediyoruz Marie’nın
kaldığı evi. Işıkta parlayan beyaz
taşlarla örülmüş, üst katı denize doğru
çıkmalı, ben buradayım diyen minaresiyle, ufuktan gelenin yolunu gözlercesine
duruyor karşımızda. Bir an pencerede hayal ediyorum Romen kraliçesini. Rivayete
göre bir Türk balıkçısına âşıkmış ve onunla bu yazlık köşk de
buluşurlarmış. Tam da Nazım Hikmet’in
denize karşı oturup Mavi Limanı’nı düşündüğü ay yıldızlı taş koltuklardan
bakıyormuşuz Kraliçenin düşüne.
M a v i L i m a
n
Çok
yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir
defterini başkası yazsın.
Çınarlı,
kubbeli, mavi bir liman.
Beni
o limana çıkaramazsın.
Daha da merak
ediyoruz köşkün içini. Bahçesindeki çeşmesi, Müslümanlara ait mezar taşları ve
yanı başında uzanan minaresiyle gizemli görünümüne karşın, içi oldukça sakin ve
serin. Hizmetlilerin kaldığı alt katın
duvarları Kraliçe’nin fotoğraflarıyla bir sergi alanına dönüştürülmüş sanki.
Dönen kısa bir merdivenle yukarı çıkıldığında birkaç özel eşyasının ve
mobilyanın olduğu küçük iki oda ve zamanının çoğunu denizden geleninin yolunu
gözlediği büyükçe bir balkon. Kalbi kırık, acılı, kendi halinde, mütevazı bir
nefes sinmiş köşkün duvarlarına. Arka odadaki aynada kendime gülümserken,
düşünüyorum belki de kaç defa ağladı bu aynanın karşısında.
Kraliçe Marie'nin müze evi
İçimize hüzün
dolan köşkten ayrılınca, Botanik bahçesinden aldığımız zevkin kat kat fazlasını
alıyoruz çıkış yolunda. Değirmenleri, şelaleleri, serinlik saçan ağaçları, çoğu
turizm için kullanılan bakımlı şirin evleri, denize tepeden bakılan manzarası,
acaba kaybolduk mu diye düşündüğümüz sarmaşıklı taş yolları ile keşke daha
fazla zamanımız olsaydı dediğimiz kocaman bir bahçe.
Yolun sonunda
gişelerin olduğu alanda buluyoruz kendimizi. Sıra sıra dizilmiş, yiyecek ve
hediyelik eşyaların olduğu bu dar yolda yürürken, evimizin duvarına baktıkça
hatırlamalıyız diye alıyoruz köşkün resmini. Elimizde dondurmalar otoparka
doğru yürürken görevliye soruyoruz en yakındaki camiyi. Günlerden Cuma ve en yakın cami yaklaşık on
beş dakikalık mesafede kasabanın içinde. Kıl payı yetişiyoruz Cuma vaktine.
Caminin yakınında inşaatta çalışan bir işçiye arabamızı koymak için uygun yer
sorarken anlıyoruz ki o da Türk. Balçık’ta ne kadar da çoğuz.
Yarım güne
sığıştırmaya çalıştığımız, ama etkisinden günlerce kurtulamadığımız Balçık’ a
elveda. Kim bilir belki yine buluşuruz Karadeniz’e bakan Kraliçe’nin hüzünlü
köşküyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder