22 Aralık 2015 Salı

Yine arabayla Burgaz,Varna


Yeni bir yer, yeni bir yol, yeni bir heyecan için yine çıktık yollara. Sofya dönüşünden beri gitmenin hayali içerisindeydik. Karadeniz’ i bir de batıdan görelim dedik,  kimilerimiz kuzeyden görmek için can atsa da… Tekirdağ, trafik sigortası işlemleri için en çok bir saatimizi alır derken, plakanın yeni kaydı nedeniyle dört-beş saat tur attırdı bize çarşısında. Neyse ki karanlığa kalmadan çıkabileceğiz yola. Dereköy sınır kapısına kadar yol muhteşem; çift şeritli, düzgün zeminli. Hiç böyle bir sınır kapısı hayal etmemiştim. Kuş uçmaz, kervan geçmez derler ya… Birkaç araç ve sakin, hallerinden memnun görevliler. Biz de çıkmadan son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Bina içerisindeki mescitte namazlarımızı kılıp, Tekirdağ köylülerinden aldığımız enfes kirazları dışarıda bir köşede oturup midemize indiriyoruz.  Küçük bir kontrol noktası ve hemen ilerisinde yine küçük; Bulgaristan sınır kapısı. Devasa boyutlardaki koyu yeşil ağaçların arasından, korku tünelini andıran, bol virajlı, daracık yol, kesinlikle gündüz geçilmeli. Hem manzaranın tadı çıkarılmalı hem de yol da oluşan, uçuruma sürükleyebilecek küçük heyelanlardan kaçınılmalı… Kimse gelmesin, kimse gitmesin diye mi böyle anlamadık? Bu ilk hayal kırıklığımızı, ileride ancak korku filmlerinde ya da kâbuslarımızda görebileceğimiz, tüyleri ürperten, bakımsız iki köyle perçinliyoruz. Bir an acaba geri mi dönsek diye düşündüğümüzü hatırlıyorum. Bu iki köyden aklımda kalan tek renk gri… Hatta grinin yüz elli tonu. Yeni bitmiş bir savaşın rüzgârını takip ediyoruz sanki, çocukların yüzleri bile gri. ‘’Piyanist’’ filminde başroldeyiz… Bulgaristan bu köylerini Avrupa Birliğine girerken unutmuş gibi. Tek isteğim, arabadan inmek zorunda kalmadan buradan uzaklaşmamız. 50’ li yıllardan kalma bir Rus kamyoneti yolun ortasında kaza yapmış ve yan yatmış.  Kurtarma ekiplerinin yanından yavaşça geçerek yüreğimiz ağzımızda yola devam ediyoruz. Bu iç karatıcı manzaraya nazaran çok iyi durumda olan ilk akaryakıt istasyonundan vinyetimizi alıp hızlıca uzaklaşıyoruz. Karadeniz’in havasını hissettiren, dar ormanın içine gizlenmiş bu korkunç keyifli yolu, sonunda alabildiğimiz navigasyon sayesinde, Burgas Primoretz Otel de sonlandırıyoruz. Bize kalsa bu karışık şehir girişini bulmakta zorlanırdık. Zaten akşam olmak üzere, otelin havuz ve spa kısmı da harika deyip, dışarı çıkmaktan vazgeçiyor ve günün yorgunluğunu sulara bırakıyoruz. Şehrin üzerinden güneşin batışını, limandan gelen martı sesleri eşliğinde izleyip, heyecanla ertesi sabahı bekliyoruz.  Açıkçası geldiğimiz yola ziyadesiyle değdi…

Primoretz Otelden Burgas Manzarası

Çok seviyorum, gözlerimi açtığımda hangi şehirdeyiz diye birkaç saniye düşünmeyi. Şimdi erkenden kahvaltıya inip, hiç vakit kaybetmeden şehir keşfedilmeli. Otelin konumu,  hizmeti, bahçesi, manzarası ve kahvaltısı muhteşem. Demleme çay bile var. Biz tabaklarımızı masaya bırakıp çaylarımızı alırken garsonun masamızın yanında bekleme nedenini, maalesef ertesi gün anlıyoruz. Harika bir kahvaltının ardından, hemen çıkıyoruz şehre.  Yol çalışması nedeniyle ara sokaklara dalıp kısa bir süre sonra buluyoruz şehrin en merkezi Aleksandrovska caddesini. Dükkânlar, küçük parklar ve ağaçlarla süslü caddesinde tarihi Burgas Otelin(Casino) önünden geçip, hemen yanı başındaki şehirde yaşayanların ünlü buluşma noktası; saatin yanında mola veriyoruz.  Deniz kabuğu şeklini verdikleri taşlar ve çocuklar için oyun alanı olan, ördekli küçük bir alan. Mimari anlamda keyifli, iki-üç katlı, restore edilmiş binalara baka baka yürürken, kavşaktaki pusulanın üzerinde buluveriyoruz kendimizi.  Hemen o anı fotoğraflamalı.





          
Haziranın tatlı sıcağını biraz serinletelim diye Mc Donald’s da dondurma arası verip, yoldan geçen insanları dalıyoruz seyre. Sanki oturmaya vakitleri yokmuş gibi, ayaküstü atıştıran insanlar kalmış aklımda nedense. Küçük küçük birçok pizzacı var cadde üzerinde ve birbirinden lezzetli görünen fırınlar.  Yolun ilerisinde, Adliye binasına çıkan bir meydan karşılıyor bizi. Meydana adım atmadan önce, çiçeklerle bezenmiş yol kenarındaki çeşmeden su içmeye çalışan kızımızı bekliyoruz. Bakıyoruz ki bir teyze ona çeşmeyi nasıl kullanacağını öğretiyor. Havanın tadı harika.  Hal böyle olunca; bu küçük sevimli şehirdeki meydan, genciyle yaşlısıyla dolu. Bir yanda öğrenci grupları, diğer yanda dede-torun çiftleri. Herkes kendi halinde ve sanki herkes mutlu. Yerden suların püskürtüldüğü alanda, vaktimizin bir kısmını oyuna ayırıyoruz. Saatlerce peşimizden yürüyen, daha doğrusu sürüklenen bir çocuğumuz var ve biz her bulduğumuz fırsatı oyuna çevirmeliyiz.
Adliye binasının önünde, yaptıkları el işi örgüler ve dantelleri satmak için sergi açmış iki abla, yanındaki bir dondurmacıyla. Hemen ilerisindeki koca gövdesi ve insanlara gölgesiyle kol kanat geren, asırlık çınar ağacının altına oturup, şimdi hangi yöne diye düşünüyoruz. Yol üzerinde turizm danışmaya rastlamadık, nasılsa daha vaktimiz var diyerek adliye binasının etrafını dolaşıp, yönümüzü değiştirmeden, yolun karşısındaki caddeye bırakıyoruz kendimizi.  Her iki yanı asırlık çınar ağaçları ile çevrili, yeşilin sakinliği ve serinliğiyle kaplı bir cadde.  İlk kez Second Hand mağazası görmüş olduk bu sayede. Her ürün öyle temiz ve düzenli ki, eski kokusu burnumuza işlemese ikinci el olduğunu anlayamayız herhalde. Otobüs duraklarıyla sonlanan, vaktin nasıl geçtiğini bize hissettirmeyen, ağaçlarla bezenmiş yolu, hediyelik eşya satan minik dükkanları geze geze geri dönüyoruz. Küçük fırınlardan gelen meşhur banitsa böreklerinin lezzetli kokuları da, tok insanı acıktıracak türden doğrusu. Döndük geldik yine adliyeye. Önündeki meydanın hemen köşesinde, mimariyse dikkat çeken iki katlı şirin kitapçının havasını soluyup, birkaç kişiye turizm danışmayı sorduk ama bilen çıkmadı daha.  Billa marketten yiyecek bir şeyler alıp, ara sokaklarda dolaşırken, altından geçen insanların o yıl sağlıklı olacaklarına inandıkları St. Nicholas  kapısıyla karşılaşıyoruz. Hadi geçelim derken karşımızda buluveriyoruz turizm danışmayı. Haritalar, magnetler ve birkaç broşür ile tamamladık eksiklerimizi.


Saatlere göre kuş sesleri

Doğuştan park sensörlü kızımızın tespit ettiği, harika bir park var sırada… Girişte kuşların ötme saatlerini anlatan bir tabela çekiyor dikkatimizi. İki kız çocuğu birbirlerini anlamadan saatlerce konuşabilir mi? Evet. Biraz oyun, bolca sohbet onlarınkisi.  Yeni tanıştığı, aralıksız konuştuğu ama, hakkında sadece ismini bildiği ( Johanna )  arkadaşından ve bu güzelim parktan ayrılmak, bu günün en zor işi. Şimdi otele dönüp namazlar kılınmalı, biraz atıştırdıktan sonra, yeni yerler için keşfe çıkılmalı.


Otelden çıkıp hemen yanı başındaki denize paralel yürüyüş yolunu başladık takibe. Güzel bir çocuk parkı, iskele, ülke bayraklarıyla çevrelenmiş gemi maketi, yaya ve bisikletli yolu, kilise, prefabrik sağlık merkezi ve tuvaletler, köpek sahiplerinin dışkılarını toplayıp attığı çöpler, her yanda huzurlu yaşlılar, mutlu çocuklar ve eğlenen gençler… Her şey düşünülmüş… En güzeli de, mavinin bittiği yerde yeşilin başlaması. Hem de her tonuyla, her rengiyle… Bu keyifli yürüyüşü,  Sea Side Parkın  Pantheon Anıtıyla taçlandırıyoruz. Ortasından geçişe izin vermeyen demir kapıları var. Ve oralarda görmeye hiç alışkın olmadığımız birkaç çöp, bir plastik top.  Biz anıtla fotoğraf çekilmeye çalışırken profesyonel kameralarıyla bizi çekmeye çalışan üç gençle tanışıyoruz. Şehir merkezi ve turistik alanları bize Avrupa da olduğumuzu hissettirse de, kenar mahalleler komünist dönemin izlerini taşıyor.


Hava kararmadan odamıza dönmeli. Farklı yerleri de görmek için, parkın yukarısından Burgas Otelin sağına çıkan caddeye giriyoruz. Ve işte karşımızda dev gramofon.  İki elle, zor çevirsek de kolunu, müziği bize farklı bir mutluluğu daha tattırıyor. Bu anı da saklamalı. 

Dondurmacılar, irili ufaklı barlar, cafeler ve restoranlarla dolu, akşamüzeri belki de Burgas’ın en hareketli caddesi. Ana caddeye çıktığımızda, aydınlık saatlerin neşe ve güven veren havası kaybolmuş gibi. Arkamızdan yürüyen, Türkçe konuşup hakkımızda ‘’Arap olmalılar’’ şeklinde yorumları yapan başıboş insanlardan korkmadık değil. Otele ulaşana kadar ki on dakikamız, belki de bugün geçen en uzun dakikalarımızdı. Neyse ki, sorunsuzca varıyoruz otelimize.
Bugün veda günü Burgas’a. Ama ayrılmadan önce, limana gitmek var aklımızda. Şimdi kahvaltı zamanı.  Damak tadımıza uygun, harika bir kahvaltı bekliyor bizi. Tabaklarımızı masaya bırakıp, çayları alırken, kızımızın masadan kalkmasıyla, martının tabaktaki yumurtaları kapması bir oluyor. Dün, bu sebeple bekliyormuş demek ki garson amcası.  Bizdeki şaşkınlık ile, hâlâ masanın etrafında dolaşan martıdaki pişkinliğin tarifi yok! Can Yücel’in dediği gibi; martılar denizin sokak çocuklarıymış ne de olsa. Artık bu da eklendi anılarımıza.
Limandaki St.Anastasia adasına giden, iki küçük gezi teknesini seyre dalıp, denizin sesiyle biraz dinginleşip, çıkıyoruz hayatımızda ilk defa göreceğimiz yeni bir yola daha… Şimdilik Burgas’a veda.

N E S S E B A R

  Burgas’dan sonra sırada Varna. Kıyıdan kıyıdan gidelim, bu yol üzerindeki güzellikleri de kaçırmayalım dedik. UNESCO kültür mirası listesinde olan, Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Nessebar yarımadası ilk durağımız. Yolda kararmaya başlayan hava Nessebar’da bizi, çiseleyen yağmurla karşılıyor. Ayvalık’taki Cunda adası gibi burada da yarımadaya incecik, üzerinde tarihi yel değirmeninin olduğu şirin bir yoldan geçerek ulaşıyoruz. Aracımızı açık otoparka bırakırken anlıyoruz ki; burası oldukça turistik. Zar zor bir boşluk bulabildik bu kalabalık otoparkta. Nedense turizmin yoğun olduğu bölgeler pek sevimli gelmez bize.  Aklımızdaki bu düşünce ile otoparktan çıkıp başlıyoruz yarımadayı yürümeye. Tarihi kiliselerden sanırım dört tanesini görebildik. Akın akın turist ve her köşeyi kenarı kaplamış yöresel ürünlerin, hediyelik eşyaların olduğu sergilerin, dükkânların arasında tarihi güzellikleri arıyoruz. Merkeze girişte yer alan müzede uzun bir kuyruk. Vazgeçip beklememeli, yağmur bastırmadan Nessebar gezilmeli. Biraz Şirince, biraz da Cumalıkızık tadı var. Her renkte, her dilde, her yerde insan. Biraz yürüdükten sonra, merkezdeki tarihi kilisenin önünde, ağaçların altında çocuk parkı molası veriyoruz. Çocuk sesleriyle büyüyen, küçücük bir park.
Biraz kalabalıktan uzaklaşıp ara sokaklara dalmalı, Osmanlı mimarisini andıran genelde iki katlı ve altı taş, üstü  ahşap  binaların arasında kaybolmalı… Evlerin kapılarındaki ölüm ilanları çekiyor dikkatimizi. O kadar çok var ki. Sanırım buraya insanlar ömürlerinin sonbaharında yerleşiyorlar. Sokak arasındaki Assumption Kilisesi, bu ölüm ilanlarının topluca asıldığı duvarıyla karşılıyor bizi. Kilisenin içerisi de çok ilginç. Bahçesinde ahşaptan yapılmış büyük bir Hz. İsa heykeli selamlıyor gelenleri. İçerisi ise, ‘For Alive, For Death’ yazılarının altındaki mumlardan çıkan kokularla bezenmiş, ikonalarla renklenen sakin bir havaya sahip. Kilisenin sağındaki kapıdan çıkınca, girişteki ölüm ilanlarına tezat bir resim karşılıyor bizi. İçine sadece kızımızın sığabildiği küçük bir sahne ve yüzümüzde koca bir gülümseme.  


Kilise girişindeki ölüm ilanları



Kiliseye ait çocuk oyun alanı

Sakin sokak aralarında rahat rahat gezinirken, evinin alt katında hediyelik eşya satan bir teyzeye rastlıyoruz. Biraz sohbet ve birkaç küçük hatıra ile ayrılıyoruz yanından.  Çiseleyen yağmur hızlanıyor, sırılsıklam olmadan biz de hızlanıyoruz. Bir başından bir başına dolaştık yarımadayı ve en çok çarşıdan uzaktak sakin köşelerini sevdik. Belki yağmur artmasaydı, bir ucunda uzun uzun seyre dalardık Karadenizi…Kısmet değilmiş. Haydi bakalım, yine yollara…

                                     V A R N A

Nessebar’ a elveda, yollara yine merhaba. Nessebar’da bize eşlik eden yağmurun peşimizi bırakmaya hiç niyeti yok. Hatta gök gürültüleri, düşen yıldırımlar ve arabayı deleceğini düşündüğümüz dolu yağışını da aldı yanına. Sınır kapısında bekleyen tır kuyrukları gibi, dizili bütün araçlar yol kenarlarında. Biz de bir boşluk bulup giriyoruz hemen aralarına. Sanırım daha önce, yolda hiç bu kadar yağışla karşılaşmamıştık. Zihnimizden en kötü ihtimalleri geçirip korkudan dillendiremediğimiz neredeyse yarım saat süren bu bekleyişten sonra; yağmurun biraz hafiflemesiyle birer birer çıkıyoruz yola.  Ah Varna! Ulaştık sonunda sana.
Her yer, her tonuyla yeşil. Gökyüzünü kaplayan bulutların arasından sonunda güneşe ulaştı gözlerimiz. Sanki az önce bir kâbustaydık, şimdi ise en güzel renkte uyandık. Sıra geldi Dimyat Oteli bulmaya. Neyse ki Burgas kadar karışık değil girişi.  Denize bitişik uzunca bir orman, ve hemen paralelindeki yol ile ayrılan muhteşem manzaralı bir şehir şeridi, bu şerit üzerindeki Knyaz Boris  caddesi ve bu cadde üzerinde mükemmel konumuyla Dimyat Oteli. İnsan daha ne ister ki?

Derin bir nefes alıyoruz arabadan inince. Bu nefes sabahın tüm yorgunluğunu sildi üzerimizden. Şimdi  otele yerleşip, vakit kaybetmeden, günün kalan saatleri değerlendirilmeli. Sea Side Park’a paralel üzerinde Varna Ekonomi üniversitesinin de bulunduğu Knyaz Boris caddesini, kaldırım çalışmalarından atlaya atlaya geçip yürüyoruz. Bu kadar maceranın ardından acıkmış olmalıyız ki ayaklarımız bizi yemek kokularına doğru götürüyor. Üniversiteden sonra dönüp takip ettiğimiz yolun karşısında acaba nuddle mı yesek diye biraz düşünsek de, önünden geçtiğimiz Happy Grill sanki bizi çağırıyor. Güzel bir vajeteryan pizza, meşhur şopska (peynirli salata) ve dikkat çeken bir sunum(!) ile lezzetli bir merhaba diyoruz Varna’ya. Şimdi yediklerimizi yola çevirmeli, hava kararana kadar şehir gezilmeli.
 Geldiğimiz yolu köşeye kadar geri dönüp, Ekonomi Üniversitesinin bahçesindeki kelebek heykelinin fotoğrafı çekilmeden olmaz diyoruz. Şansımıza kapısı açık, içerideki banklarda oturup maden sularımızı yudumluyoruz.  Aman çimlere dikkat! Buradaki çimler, parklarında çocukların koşturduğu çimlerden değil sanki. Tek bir adımla görevliyi kurt adama dönüştürebiliyoruz. Aman amcam, sen de ne sinirlisin desek de, anlaşamadığımız için saygıyla önünde eğiliyor ve ekonomi üniversitesinden; terk öğrenim durumuyla ayrılıyoruz.


Varna Ekonomi Üniversitesi Bahçesi


Neyse ki tatsızlıkları tatlandırmakta üstümüze yoktur. Bu hızla diyoruz ki Opera binasına kadar yürüyelim. Yol üzerinde, hemen yanı başında beyaz mermerden yunus heykellerinin olduğu Aziz Nikolas kilisesini de ziyaret ettikten sonra ulaşıyoruz opera binasının bulunduğu meydana. Kırmızısıyla meydanı renklendiren opera binası ve hemen yan kapısında gösterileri için bekleyen kostümlü sanatçılar ilginç bir anı olarak alıyor hafızalarımızdaki yerlerini. İlerisi ağaçların arasına gizlenmiş küçük bir park, meydanı çevreleyen süslü binalar ve alışveriş merkezleri.  Ne kadar saklansak gizlensek de çaktırmadan ilerleyen yağmur bulutları peşimizde. Yolun sonunda turizm danışmaya uğrayıp tamamlıyoruz eksiklerimizi. Farklı bir yoldan geri dönelim derken dalıyoruz Slivnitsa bulvarına… Trafiğe kapalı, şehrin en işlek caddesindeyiz.  Ve bir Varna klasiği olan yağmur ile birlikte. Gözlerimizi büyüleyen güzellikteki yeşilin kaynağı buymuş demek ki. Bir han girişinde yavaşlamasını bekliyoruz damlaların.  Tekrar gülümseyen güneş ile çıkıyoruz saklandığımız yerden. Birbirinden leziz fırınların, dondurmacıların, cafelerin, olmazsa olmaz hediyelik eşya dükkanlarının olduğu, mutlu insanlarla dolu renkli Slivnitsa Bulvarı… Bulvarın sonu ise; âşık olduğumuz Sea Side(Primorski) Park.  Daha önce hiç bu kadar güzelini görmemiştik. Ihlamur ağaçlarının ilham veren kokularıyla, yoğun oksijeniyle, sıcağa kalkan dev ağaçlarıyla, her bir çiçeği, her bir taşıyla, muhteşem planıyla, köşe başı müzisyenleri ve sanatçılarıyla, cıvıldayan çocukları, gülümseyen şanslı insanlarıyla , hayallerimizdeki cennet kavramını güncelleyen muhteşem bir park. Yarın içinde kaybolalım,  her köşesini keşfedelim diyerek, hava kararmak üzereyken otele doğru yöneliyoruz. Tam adımlarımız hızlanmışken, birden kulak kesiliyoruz parkın içinden gelen müzik sesine. Dışarıdan demir parmaklıklarla çevrili duvarın arkasına ulaşan sesleri takip ediyoruz.  Sorabileceğimiz kimse yok görünürde. Sadece açık bir kapı. Ne kaybedebiliriz ki, diyerek atıyoruz içeriye adımımızı.  Aman Allah’ım! İçerisi muhteşem. Tamamen sarmaşıklarla örülü yeşilliğin içinde bir sahne ve yerel halk müzikleri eşliğinde folklor gösterisi. Daha ne düşleyebilirdik ki? Son saniyesine kadar değerlendirdik bu güzel zamanı. ‘’Summer Theatre’’ mış bu büyülü yerin adı.  Çıktığımızda hava çoktan karamış, yağmur yine çiselemeye başlamıştı. Hızlı adımlarla on dakikada ulaşıp Otel Dimyat’a, muhteşem manzarasıyla kapatıyoruz gözlerimizi gecenin sessiz karanlığına…

Summer Theatre

En güzeli, yeşilin maviye karıştığı manzarayla güne başlamak. Bu manzaranın içinde olabilmek için, haydi hemen kahvaltıya. Bu lezzetli anı kocaman bir kirazla noktalandırıp, kendimizi bırakıyoruz Primorski Park’a. Gün batımı kadar muhteşem bu parkta gün doğumu. Sanatçıları,  okul grupları, koşuşturan çocukları, genci yaşlısıyla tüm mutlu insanlar burada. İlginç heykeller, ağaçların arasına gizlenmiş anıt mezarlar, denize ulaşmak için açılan yollar, mini lunaparklar aklımızda sadece kalanlar. Burada yürüdüğümüz iki saat, on dakika gibiydi ve her on dakika ömrümüze iki saat daha ekledi sanki. Şairin ‘ Varna’da kendimi memleketime daha yakın hissediyorum, kokusu, denizi, toprağı bana iyi geliyor ‘ demesinin Hikmet’ini düşünüyoruz bir an.


Parkın sonuna doğru ulusal denizcilik müzesi karşılıyor bizi. Bahçesinden parka açılan alanda sergiliyor bazı eserlerini. Biraz daha yürüyünce girişinde ilginç ejderha heykeli olan yüzme havuzlarıyla karşılaşıyoruz. Bir yanda yeni öğrenen bücürleri, bir yanda da profesyonelleri izlerken düşünüyoruz da, daha ne olabilirdi ki. Aklımıza hiçbir şey gelmedi… Evet, vardık sona.  Madem buraya kadar geldik, sağa doğru kıvrılan yolu takip edip istasyon binasını da görmeli. Hala bakımlı olan saat kulesi ve içeride duvarlarını süsleyen tarihi hatıralarıyla soluyoruz geçmişinin nefeslerini.
Gülümseyen bir güneş bekliyor bizi ve bu gülümsemeden payını alacak birçok fotoğraf. Sevimli belediye binası, karşımıza çıkan ilginç heykelleri, opera binası ve daha nicesi… Antik Roma hamamlarının önündeki trafiği kalabalık yolu takip etmek yerine parkın içinden geçiyoruz yine kısa bir süre. Slivnitsa bulvarı girişindeki Kültür merkezine girip, kitapçısını dolaşıyoruz. Sıcağını eriten dondurmalarıyla yürürken bulvarı, ünlü Varna Katedraline çıkan bir arada pazarın içinde buluyoruz kendimizi. Biraz yorulmuş, biraz da acıkmışken kiraz ve ahududu molası veriyoruz hemen yanı başındaki çocuk parkında. Kızımız da doyasıya parkta.  Tam da nerede kalmıştı diye merak edecekken yağmur bulutu beliriyor gökyüzünde.  Bir an önce katedrale sığınmalı. Dükkânların olduğu bir alt geçitten çıkıyoruz hemen önüne. Altın rengindeki kubbeleri, tek tek işlenmiş taşları, renkli camlarıyla ağaçların içinden gökyüzüne süzülen katedralin içi, dışının aksine daha sade ve sakin. Yaklaşık yarım saat süren bekleyişimizin ardından azaldığını düşündüğümüz yağmurda çıkıyoruz dışarıya.


Varna Katedrali

Bugünün damlaları düne göre daha inatçı, vazgeçmeye niyeti olmadığı gibi bizi baştan aşağıya yıkamaya niyetli. Bir an bankların üzerine ve çiçek kenarlıklarına basarak yürüdüğümüzü hatırlıyorum.  Şuraya sığınıp hem yemek yeriz, ama o zaman da öğle namazını kaçırırız, ıslansak da yürüyelim mi diye konuşurken aramızda, Bir’i imdadımıza yetişti. Nereden geldiğini anlamadığımız bir taksi, önümüzde durup Türkçe gideceğimiz oteli sordu ve bizi sadece 5 leva ya oraya götürebileceğini söyledi. Böylece ulaşmış olduk kalbimizden geçene.
İki gündür saklambaç oynadığımız yağmur veda ediyor bugünlük bize.  Biz de fırsatı değerlendirip hemen parkın kuzeyinde görmediğimiz yerleri çıkıyoruz keşfe. Futbol ve basketbol sahaları, ilginç eski motosikletlerle çevrelenmiş yolu, lunaparkı ve sanki burada olmaması gerektiğini düşündüğümüz lüks yalıları ve otelleri de görüp, bu gün de uğurluyoruz güneşi.
Varna’ya veda gününün sabahında otelden ayrılır ayrılmaz görülmesi mutlak bir yer bekliyor bizi.  1444 müzesi. Bulgar komutan Huniyadi Yanoş’un anıt mezarı, görevlinin büyük bir nezaketle  tek tek gezdirdiği Varna savaşını anlatan müzesi, ve toprağın altında var olduklarını bize hissettiren şehitlerimiz. Merdivenlerle ulaşıyoruz haç işaretinin olduğu en yüksek tepesine. Birçok yerde karşılaştığımız gibi burada da bir grup öğrenci. Görerek, yaşayarak öğrenmeye gelmişler belli. İlkokul yaşlarındaki öğrencilerden ikisi bizimle konuşmaya başlıyor. Burada yaşayan Türklerden Ali ve Nuri. Savaşın nasıl anlatıldığını soruyoruz ve başarılarının övgüsü kadar hatalarından ders almak için uğraşan bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. 


Müze 1444 içindeki mozole

 Mavinle, yeşilinle ve mutlu insanlarınla hoşça kal,  ayrılırken üzüldüğümüz şehir Varna…

B A L C H I K

Varna’dan Romanya sınırına ulaşmak amacımız. Bol virajlı ve yazlıklarla dolu yollardan geçerken Balçık atlanmamalı.  Bir aşk hikâyesiyle örülü bu küçük kasabanın kubbesi.  Girişindeki yoğun araç trafiğini atlatıp, küçük bir otoparkta yer buluyoruz. İlk hedefimiz Romen Kraliçesi Marie’ nin müzesine ulaşmak. Öyle kolay mı Kraliçeye ulaşmak? Önce maddi bir bedel ödemelisiniz, sonra kavurucu sıcakta kaktüslerle dolu yolu aşarak, müze girişindeki Ejderhayı ikna edip kapıya ulaşacaksınız.  Sanırım kızımla birlikte daha az animasyon izlemeliyim. Asıl hikâyeye gelince;  girişteki gişelerde Türkçe de konuşabilen bayan görevliden müzeye ulaşmadan önce botanik bahçesine girmemiz gerektiğini öğrenip, hem botanik bahçesi, hem müzeye giriş için ayrı ayrı alıyoruz biletlerimizi.  Fiyatları bu alan için daha makul olabilirdi. Botanik bahçesinde fazla zaman geçiremiyoruz yakıcı haziran güneşinde.  Bahçenin bakımında görevli Türk hanımları görüyoruz. Tek tek koruyup isimlendirdikleri bakımlı çiçekleri, nilüfer havuzları, cam sera içerisindeki dev kaktüsleri hızlıca dolaşıp bizce bahçenin en güzel yerine ulaşıyoruz. Nöbet bekleyen askerler gibi dizilmiş servi ağaçlarının arasından nazlı nazlı akan su kanalları. Taştan uzun ince yolları ve deniz manzaralı küçük havuzu ile sonlanan, ağaçların gölgesinde serin hava koridoru oluşturan bir alan.  Birçok kişi bizimle aynı fikirde olmalı,  oturup fotoğraf için bekliyoruz sırayı.


Balchık Garden Park Serası


Denize paralel, kimi zaman ağaçların gölgesinde, kimi zaman da tuğlalardan örülmüş tarihi evlerin kapı önlerinden geçerek ulaşıyoruz sonunda hedefimize. Taşlı yüksek bir kaldırımda, ağaçların altında durup uzaktan seyrediyoruz Marie’nın kaldığı evi.  Işıkta parlayan beyaz taşlarla örülmüş,  üst katı denize doğru çıkmalı, ben buradayım diyen minaresiyle, ufuktan gelenin yolunu gözlercesine duruyor karşımızda. Bir an pencerede hayal ediyorum Romen kraliçesini. Rivayete göre bir Türk balıkçısına âşıkmış ve onunla bu yazlık köşk de buluşurlarmış.  Tam da Nazım Hikmet’in denize karşı oturup Mavi Limanı’nı düşündüğü ay yıldızlı taş koltuklardan bakıyormuşuz Kraliçenin düşüne.


M a v i   L i m a n
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın.

Daha da merak ediyoruz köşkün içini. Bahçesindeki çeşmesi, Müslümanlara ait mezar taşları ve yanı başında uzanan minaresiyle gizemli görünümüne karşın, içi oldukça sakin ve serin.  Hizmetlilerin kaldığı alt katın duvarları Kraliçe’nin fotoğraflarıyla bir sergi alanına dönüştürülmüş sanki. Dönen kısa bir merdivenle yukarı çıkıldığında birkaç özel eşyasının ve mobilyanın olduğu küçük iki oda ve zamanının çoğunu denizden geleninin yolunu gözlediği büyükçe bir balkon. Kalbi kırık, acılı, kendi halinde, mütevazı bir nefes sinmiş köşkün duvarlarına. Arka odadaki aynada kendime gülümserken, düşünüyorum belki de kaç defa ağladı bu aynanın karşısında.


Kraliçe Marie'nin müze evi

İçimize hüzün dolan köşkten ayrılınca, Botanik bahçesinden aldığımız zevkin kat kat fazlasını alıyoruz çıkış yolunda. Değirmenleri, şelaleleri, serinlik saçan ağaçları, çoğu turizm için kullanılan bakımlı şirin evleri, denize tepeden bakılan manzarası, acaba kaybolduk mu diye düşündüğümüz sarmaşıklı taş yolları ile keşke daha fazla zamanımız olsaydı dediğimiz kocaman bir bahçe.
Yolun sonunda gişelerin olduğu alanda buluyoruz kendimizi. Sıra sıra dizilmiş, yiyecek ve hediyelik eşyaların olduğu bu dar yolda yürürken, evimizin duvarına baktıkça hatırlamalıyız diye alıyoruz köşkün resmini. Elimizde dondurmalar otoparka doğru yürürken görevliye soruyoruz en yakındaki camiyi.  Günlerden Cuma ve en yakın cami yaklaşık on beş dakikalık mesafede kasabanın içinde. Kıl payı yetişiyoruz Cuma vaktine. Caminin yakınında inşaatta çalışan bir işçiye arabamızı koymak için uygun yer sorarken anlıyoruz ki o da Türk. Balçık’ta ne kadar da çoğuz.


Yarım güne sığıştırmaya çalıştığımız, ama etkisinden günlerce kurtulamadığımız Balçık’ a elveda. Kim bilir belki yine buluşuruz Karadeniz’e bakan Kraliçe’nin hüzünlü köşküyle. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder