İlkbaharın son günlerini taçlandırma
niyetindeyiz. Sabiha Gökçen’deki kısa bir kapı numarası değişikliği telaşının ardından,
sonunda Schwechat Havaalanındayız.
Çıkışta gözlerimiz shuttlebuss arasa da bulamıyor, otobüs duraklarındaki
tabelalardan çok da bir mana çıkaramıyoruz. El mecbur karşımıza çıkan ilk taksiye
yüklerken eşyalarımızı, Tokat’lı şoförümüzün kısa bir şehir bilgilendirme
turunun ardından 35 Euro’ya ulaşıyoruz şehir merkezindeki Novotel’e. Daha kapıya varmadan burun burunayız bir
bisikletli ile. Otel elbette ki aşina
olduğumuz, tüm standartlarımızı rahatlıkla karşılayan kalitesiyle yine.
Yeni gelmiş olsak da, günün kalanını değerlendirmek
için atıyoruz dışarı kendimizi. İlk aklımızda elbette ki Hundertwasser evi var. Yuvarlak
hatları ve asimetrik yapısıyla, Gaudi’yi çağrıştırsa da, daha çok renkli
küpleri üst üste koyan bir çocuğun hayali gibi.
Fark katan, terasında bulunan onlarca ağaç ve soğan kubbeler olmalı. Güneşi arkamıza, binayı yanımıza almaya
çalışsak da, daracık sokakta kadraja sığdırmak o kadar zor ki. Yapının
sakinleri bu ilginin içerisinde acaba kendilerini sıkışmış mı, yoksa mühim mi
hissederler bilemedim. Binanın alt katına; ikinci el hediyelik eşyaların, el
yapımı seramiklerin ve tabloların bulunduğu küçük bir dükkân eşlik ediyor.
Hemen karşısında ise görülmeye değer ilginç, ufacık bir pasaj.
Nehrin kenarında ağaçlarla kaplı yürüyüş yolu
unutturuyor yorgunluğumuzu. Yakındaki bir marketten aldığımız muz ve dondurma
ile biraz bastırıyoruz açlığımızı. Henüz bilmiyoruz ki önümüzdeki üç gün market
yüzü göremeyeceğiz. Buradan oteli bulmak çok kolay; Danube’yi takip et, ilginç
Urania’dan dönünce hemen karşında. Kendimize gelir gelmez Viyana’nın
sembollerinden biri olan dönme dolabı (Riesenrad) görmeye Prater’e gidiyoruz yürüyerek.
Bir dönem avlanmak için kullanılan bu ormanlık alan daha sonra dinlenme ve
eğlence alanına dönüştürülmüş ve içerisinde kocaman bir lunaparkı barındırıyor.
Hava yeni
kararmışken, kapanmadan önce dönme dolaba binmek için giriyoruz sıraya. Burada
turizmin ticareti bir harika. Biletler tek tek alınabilse de, farklı birkaç
etkinlikle toplamda daha indirimli kombinasyonlar var. Biz de 13 Euro’ya Danube
Tower ve dönme dolap ikilisini alıyoruz. Dönme dolap öncesi giriş katındaki
küçük sergide kısa bir gezinti. Kırmızı renklere bürünmüş bu alanda geçmişe
dair fotoğraflar, minyatürler ve 1683 yılındaki Viyana kuşatmasının hareketli
maketleri. Ardından, dönme dolaba çıkan merdivenlerde bekliyoruz sıranın bize
gelmesini. On beş vagonun ikisi romantik bir akşam yemeği için dönerken,
diğerleri ise onar kişilik, içerisinde ahşap oturma sıralarının ve üst kenarlarında
Viyana’nın siyah-beyaz eski fotoğraflarının yer aldığı seyir vagonları. Ahşaba
kazınan kalplerdeki isimlere kayarken gözlerimiz, eşlik ediyor dönüşüne kulaklarımızdaki vals
sesleri, zamanın siyah tülünün altında parlarken şehrin renkleri…https://www.youtube.com/watch?v=FaxTRX9oAV4
Ertesi sabah birçok tarihi eseri bünyesinde
barındıran, mühim insanlara; özellikle Habsburg hanedanlığına kışları ev
sahipliği yapan Hofburg İmparatorluk sarayına doğru yürürken, Alman
edebiyatının temsilcisi Wolfgang Goethe’nin heykeli selamlıyor bizi. Yeşil alanların, parkların ve sanat
eserlerinin, halı desenleri gibi özenle dokunduğu bu şehirde, hiçbir şey
batmıyor gözümüze. Ne eksik, ne fazla. İhtişamın sadelikle, güzelliğin huzurla
dolduğu havasını soluyoruz. Bisiklet trafiğine biraz yabancı olsak da, yol
ayrımı çizgileri sayesinde güvendeyiz. Bu şehirde yürümek öyle keyifli ki… Her
trafik lambasının ışığı, farklı karakterleri yansıtıyor mesela, bir parkın içinden geçerken bir serginin ya da
muhteşem bir müziğin içinde olmak da an meselesi…
İşte karşımızda;
şaşaalı girişi ve muhteşem bahçesiyle Hofburg Sarayı... Kapının önünde
sıralanmış tarihi görünümü ile faytonlar yalnızca müşterilerini beklemiyor,
geçmişten kalan bir tabloyu tamamlıyorlar sanki arkalarında Prens Eugene ile.
Sokaklarında sıklıkla karşımıza çıkan içilebilir çeşmelerinden biri hemen
buracıkta yine. Gişeden Schönbrunn Sarayı ve Mobilya Müzesi girişinin de
bulunduğu kombine biletlerimizi ve kulaklıklarımızı alıp başlıyoruz sarayı
hayranlıkla seyre. İspanyol Binicilik Okulunun düzenlenen gösterisi için geç
kalmışız, bir sonrakine ise yetmeyecek vaktimiz. Muhteşem tablolar,
imparatorluk hazineleri, ziyafet salonları, Sisi’nin egzersiz aletleri, yemek
ve sofra takımları, her bir odasının ayrı süslemeler ve eşyalarla dizayn
edildiği, duvarlarının saray eşrafına ait portrelerle süslendiği, girift geçişleri
ve birbirine bağlanan kapılarıyla, rutinin boğuculuğun yanında, gizemin
heyecanını tattırıyor meraklılarına.
Her köşesine Avrupa’nın en güzel prensesi Sisi’nin
kokusu sinmiş sanki. Hayatından kesitleri, muhteşem tabloları, kişisel
eşyaları, ‘o belin içine nasıl girilir ki?’ sorusunu akla getiren elbiseleri ve
soluk saraya renk getiren kişiliğinin yanı sıra hüzünlü hayat hikâyesi...
İsviçre gezisi sırasında bıçaklanırken üzerinde olan siyah elbisesine bakan
gözlerim dolmuyor değil hani. Soyluların yadırgadığı, halkın ise gönlünü
kazanan davranışları, katı görgü kurallarını hiçe sayışı, on beş yaşında
evliliğini kabul edemeyip, hayatı sindiremeyişi, varlığın içindeki
boğulmuşluğu, üzerine oğlunu genç yaşta kaybedişi ile sarayların içerisinde
olsan da huzurun önemini çarpıyor yüzümüze…
Bahçesi de en
az içerisi kadar intizamlı. Banklarda dinlenip sarayı karşıdan izlerken, Sisi
ve Franz Joseph eşlik ediyor sohbetimize. Bu koca kompleks Ulusal Kütüphane
‘Prunksaal’ı da barındırıyor. İkiz mermer sütunları, heykelleri, süslemeleri ve
kubbeli salonu çevreleyen kitap kaplı duvarları ile ilham verici güzellikte. Hazır
buralardayken şimdiye kadar gördüğüm en profesyonel turizm danışma bürosundan
ulaşım için haftalık biletlerimizi ve şehre ait Türkçe broşürlerimizi alıyoruz
hemen.
Sıra gösterişli heykelleri ile çevrili Parlamento
binasında. Sütunlu girişinin önündeki Tanrıça Palas Athena figürü ve altında
akan çeşmesiyle aynı karede olmak ve bu anı saklamak gerek. Yeşilliğin sanat
eserleri ile yoğrulduğu bu şehri gezerken Volksgarten’ da girişi beyaz sütunlarla
örülmüş tapınağı andıran yapı içerisinde sergilenen, kayığa oturmuş balmumundan
bir erkek heykeli takılıyor meraklı bakışlarımıza. Sanki barışsak konuşacakmış gibi öylesine
gerçekçi ki…
Şimdi kombine biletlerin diğer adresi, Danube Tower’ın
vakti. Yüksek binalar kompleksi olan Viyana Enternasyonal Center’ın bahçesinden
geçerek ulaştığımız, nehre kadar varan güneşin ışıltılarıyla parıldayan koca
bir yeşil alan ve ortasından göğe yükselen kule. Piknik yapanlar, top
oynayanlar ve hayatın tadını çıkaranların yanından geçiyoruz büyük bir
kıskançlıkla. Kulenin girişinde okutup biletlerimizi, çıkıyoruz asansör ile
zirveye. Camlarla kaplı katının yanında, rüzgârı içimize işleyen seyir terasıyla, gün
batana kadar varıyoruz şehrin tadına. Kafeteryasında oturacak yer bulamasak da
resimleri görülmeye değer. Hava tam kararmadan, yakındaki muhteşem çocuk parkının
da keyfi çıkarılmalı. Çocuk olasımız geliyor kızımızla. Ormanın içine saklanmış yürüyüş yolları,
eğlenceli deneysel oyuncakları, her yaşa hitap eden devasa kaydırakları,
engelli parkurları ve birden karşımıza çıkan neşeli gezi treniyle bugünün
sürprizi bize. Parktan çıkış için alternatif bir yol ve durak ararken,
geleneksel mimarisiyle bir Çin restoranı çekiyor dikkatimizi. Yorulduk,daha geç olmadan merkeze ulaşmalı.
Başka bir saray çağırıyor bizi ertesi sabaha. Habsburg’ların
yazlık mekanı Schönbrunn’de sıra. Vatikan’ı andıran girişi kucaklıyor gelenleri.
Sarı duvarlarının önünde dizilmiş faytonları ve girişe kadar uzanan bahçesiyle Disney
filmlerinin içindeymişiz gibi. Heybetli
merdivenleri ve süslemeli tırabzanları ile tüm meydana bakan geniş balkonunda
güzel kareler yakalamak için oyalanıyoruz biraz.
Mekandan öte, zamanda seyahat ediyoruz Schönbrunn’de
sanki. Bilet ve kulaklık alanından hemen
önce, çantalar emanete teslim edildi ve adımlarımız insan akışına göre
düzenlendi. Yaldızla süslenmiş beyaz kenarlar, ahşap kakmalar, Çin sahnelerini
betimleyen duvar kağıtları, ya da Maria Theresa’nın kızları ile yaptığı çiçek
desenli panolar, altın sarısı işlemeler, her biri sanat eseri sayılabilecek
mobilyalar, saray eşrafının puslu gözlerle bakan gizemli tabloları, saklı
merdivenler ve geçitleri ile baş döndüren büyülü bir labirent sanki. Burada
insan kendini bahçeye atmazda ne yapar ki. Süs havuzları, av köşkü, hayvanat
bahçesi, seyir terası, küçük su arklarından yapılmış şelaleleri, rengârenk
çiçekleri, çeşitli türdeki ağaçları ile gez gez bitmeyen koca bir alan.
Yürümekten yorulanlar için gezi treni, susayanlar için işte ağaçların arasına
gizlenmiş ufacık bir çeşme. Vaktimiz bol
olsa yatıya kalırdık sende.
Yağmur dinlenmek için bize kısa bir bahane. Akşamın
karanlığında şehir sakinlemişken atıyoruz kendimizi caddelerine. Graben’de
geceyi aydınlatan, melek figürleriyle donatılmış 17.yy eseri veba sütunu
karşımızda. Aslında bu bir adağın gerçekleşmiş hali. Yanı başındaki sanatçının
müziğine kaptırıyoruz kendimizi. Her köşe başında sanatıyla Viyana şehri ve sanatçıların
ünlü buluşma noktası Cafe Hawelka işte burada. Judenplatz’da Yahudi gettosunun
bulunduğu meydanda bembeyaz duvarlarıyla soykırım anıtında sıra. Eğlenceli
vitrinleri, ünlü markaları, çikolatalı keki(sachertorte) ile meşhur Demel’i,
schnitzeli ile ünlü Figlmüller’i, sokak
gösterileri, müzisyenleri ve mutlu insanları ile gecesi de bir başka.
Sonunda, yeşil ve sarı renklerin hâkim olduğu
çinili çatısı, seyir platformu olarak kullanılan yüksek kule külahlı, girişindeki
ikiz kuleleri ile dışarıdan bize biraz karamsar görünse de, 1147 yılından beri
tarihe tanıklık etmiş, şehrin simgesi haline gelen Stefan Katedralindeyiz.
İbadet yapılan alana şimdilik geçemiyor, uzaktan incelemekle yetiniyoruz. Bir anda içeriye giren üç-dört kişinin huzuru
bozması mı, yoksa bu yüksek perdeden konuşanlarla vatandaş olmamız mıydı bizi
dışarı çıkaran bilemedim. Çevrende bir tur atarak veda ediyoruz sana Aziz
Stefan. Tarihin ve savaşın acımasız izlerini yansıtan duvarlarında, Türk
akıncıyı ayakları altına alan azizi betimleyen heykelin canımızı yaksa da
tarihi kazananlar yazar sonuçta.
İlginç Freyung pasajına düşüyor yolumuz, köşesindeki
Osmanlı sipahisi Çerkes Dayı’nın heykeli kaçmıyor gözlerden. Hikâyesi mutlak
bilinmeli. Hazır buralarda iken, sonradan ‘’keşke havaalanından alsaydık daha
ucuzmuş’’ diyeceğimiz, hediyelik eşya arayışımızı kibrit kutusu ile
sonlandırmak niyetindeyiz, tabii ki olmazsa olmaz Mozart çikolataları ve Manner
gofretleri ile...
Sisi biletinin üçüncü durağı; Mobilya müzesi (Hofmobiliendepot
Möbel museum) ile yeni bir sabaha merhaba.
İlginç oda tasarımları, mutfak eşyaları, enteresan koltukları, Osmanlı
çadırı, kıyafetler, taçlar, tablolar, müzik aletleri, yüzlerce ayna, şamdan,
sandalye ve aklımıza ne gelirse. Hatta kronolojik sırasıyla klozetler bile. On
saray daha çıkar buradan desek yeri. Romy Schneider’in yeniden can verdiği
Sissi’nin film çekimlerinin yapıldığı özel bölümler, eşyalar ve oda oda
düzenlenen sahneleriyle... Makyaj masası ışıklar ve yönetmen koltuğu da dâhilinde.
İçinde güncel sergilere de ev sahipliği
yapan müzede en ilgi çekici öğe bizce yürüyen sandalye, en güzel odası ise elbetteki
eyaletlerin amblemleriyle bezenmiş, ahşabın baş döndüren parlaklığıyla armalı oda.
Çocuklar için hazırlanmış katlar arasındaki oyun alanında biraz soluklanıp
tekrar dolaplar, kilitler, halılar, enteresan koltuklar, hayvan postları,
çekmeceler, odalar içerisinde adeta kovalamaca oynuyoruz Sisi’yle.
Şehrin açık pazarı olan Naschmarkt’ı buraya kadar
gelmişken görmemek olmaz. Renkli tezgâhlarının yanı sıra, minik restoranları ve
cafeleriyle burada her şey iç içe. Hemen
karşı köşede, yaldızlı küre tacıyla dikkat çeken, sergilere ev sahipliği yapan
ufak bina Sezession’da görülmeye değer. Ethan Hawke’ın başrolde olduğu, Before
Sunrise filmindeki hayali telefon görüşmesi sahnesiyle akıllarımıza kazınan
Cafe Sperl ise işte burada.
Vaktimizin geri kalanı Kahlenberg’e kalmalı. Önce
metro, sonra tramvay ile ulaşıyoruz Grinzig’e. O da nesi? Yıllarca zihnimde kurduğum
‘cennetteki köşk’ tasviriyle karşı karşıyayım. Muhteşem bahçelerin, muhteşem
çiçekleri arasındaki muhteşem evler. ‘Amaaan kim bilir bunların da ne dertleri
vardır, her şeyin başı sağlık, evden öte huzur önemli’ gibi cümlelerle
dizlerimize derman bulup, açık kalan ağzımızı kapatarak, yaptığımız kısa
yürüyüşün ardından, otobüs ile Kahlenberg’deyiz. Ayaklarımızın altından
kıvrılarak akan Tuna nehrinin, ovaların ve şehrin masalsı manzarasıyla
büyülenmiş halde biz. ‘Evet! İşte şurayı tutması söylenmiş Kırımlı Giray Han’a
ama bırakınca köprüyü yaramamışız kuşatmayı’ diye anlatırken eşim, buralar
gerçek mi ve biz gerçek miyiz diye düşünmüyor değilim. Sıradaki heyecan; birkaç
bisikletlinin de kullandığını gördüğümüz ormanlık alanın ve kıtalar halinde
sıralanmış üzüm bağlarının arasından geçerken, kaybolmamaya çalışarak Grinzig’e
kadar yürümek. Patika yollar, köprüler, uçsuz bucaksız bağlar. Viyana içinde
bir Viyana daha… Öylesine güzeldi ki, ‘iyi şeyler düşün’ dediğimde kendime,
gözlerimi kapatıp tekrar yürürüm o dinginliğin içinde.
Son günümüzün sabahında uçağın kalkışına kadar yetiştirmemiz
gereken yerlerde sıra. Rotamızda ilk durak Stadtpark. İlk konserini 19 yaşında
veren ve bu konserde tam 19 kez tekrar sahneye çağrılan, ilk bestesini 6
yaşında yapmış Vals Kralı Strauss’un, altın renkli heykeline selam verip,
geziyoruz Otto Wagner imzalı sakin ve ferah postane binasını. Sonraki durak
girişindeki cesaret ve sadakatin betimlendiği Roma tarzı sütunlarıyla ünlü Karl
kilisesi. Manevi simgeleri temsil eden bir yapı için maddi kazanç sağlama
fikri, çok da ahlaki gelmediği için dar olan zamanımızı sadece dışından
incelemekle değerlendiriyoruz. Karşımıza çıkan Sovyet anıtıyla kısa bir söyleşi
ve ardından vakit Ankeruh vakti. Her öğlen 12 de mühim insan figürlerinin geçişlerinin
sergilendiği ve her saatin başka biri tarafından simgelendiği küçük bir
gösterisi. Hoher Marktaki iki binayı ve izlemek için gelen onlarca kişiyi
bağlıyor birbirine. Acaba yanındaki kafenin
üst katlarından görebilir miyiz diye şansımızı denesek de, hayır görünmüyor. Ne
yapalım biz de kalabalıkta yer açıyoruz kendimize. Yaklaşık on dakika süren bu
keyifli gösterinin ardından ara sokaklara dalıp, şirin bir dükkânda Türkçe
konuştuğumuz Kazak bir satıcıdan aldığımız anahtarlık, kızımızın koleksiyonu
için katılıyor bize.
Zaman iyi değerlendirilmeli, İslamic Centre’ daki
minareli cami bekler ziyaretimizi. Hiç Türkçe yazmaması biraz üzse de,
Danubenin kenarındaki bu manevi soluklanma her derde deva... Şehre veda etmeden
evvel, iki durak uzaktaki Donau Zentrum’u ihmal etmiş değiliz. Hele ki, gezerken inancımıza göre pek yiyecek
bulamayışımız, bir de üstüne üç gün boyunca hüsranla sonuçlanan açık market
arayışımızın ardından bu keyfi kaçırmamalı.
Metro, şehri ve şehrin insanlarını keşfetmek için
bulunmaz fırsat. Muhtemelen özel bir davet ya da kültürel bir etkinlik için
özenle giyinmiş şık insanların yanı sıra, bisikletleri veya evcil hayvanları
ile binenler, cam kenarlarına okunmak için asılmış dergiler. Kendimizi öteki
hissetmemek, yadırgamamak, yadırganmamak, özgür olmak… Bunun yanı sıra, ben buradayım diyen, modern
dünyanın öteki yüzü takılıyor, yarı merak yarı korku dolu bakışlara.
Koşuşturmayla geçen beş günün sonunda, vaktimiz
kalmadı Belvedere Sarayı’na. Kim bilir belki bir daha ki gelişimize bahane
olsun istemişizdir. Huzur dolu
yüreğimiz, yürümekten bitap düşmüş bedenimizle varıp otele, eşyalarımızı alıp
hızlıca çıkıyoruz yola. Bu ana kadar, her zaman uçağa yetişmek için taksinin en
hızlı yol olduğunu düşünen biz, otoyoldaki kaza nedeniyle Schwechat’de her ara
sokakta yoğun trafikten kaçamak yollar aramaya çalışırken, yine bir Türk
taksiciyle, tarihten siyasete, eğitimden ekonomiye, sağlıktan hava durumuna,
dedelerden torunlara kadar konuşarak, güven-güvensizlik çizgisinde ilerleyen, ara
ara soğuk terler döktüğümüz, alternatifimizin olmadığı iki saate varan stresli
yolculuğun sonunda, ucu ucuna yetişirken uçağa bu tecrübeyi de ekliyoruz hafızamıza.
Açıkcası; uçağın koltuğuna yaslanıp Viyana’yı ayaklarımızın altında görmenin
bizi hiç bu kadar mutlu edebileceğini düşünmemiştik.
Uçaktaki gurbetçi ailenin yetişkin kızıyla sohbet
de ilginçti bizim için. Elindeki Milka çikolatadan ikram ederken bize,
yıllardır Linz kentinde yaşadığı halde, Viyana’yı hiç görmemiş olması, sırf gezi
için gelmemizi şaşkınlıkla karşılamasının yanı sıra, misafiriymişiz gibi sıcak
davranışları renklendiriyor yolculuğumuzu.
İki ülke arasındaki marjinal yaşam; ‘ne oralı, ne de buralı’ sanırım
böyle bir şey olmalı.
Heyecanlı finalin, huzuruna ve dinginliğine gölge
düşüremez elbette. Mozart, Beethoven, Strauss, Brahms, Schubert; Haydn ve daha
nice müzik dehalarına ilham olmuş güzelliğin büyülerken gözlerimizi, naif
asaletin çoktan çalmış kalbimizi.
Kabarık elbiselerin, valslerin, sarayların ve tüm şatafatınla, âşık
olduk sana; Prenses Viyana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder