1 Nisan 2017 Cumartesi

Kare Kare Viyana



            İlkbaharın son günlerini taçlandırma niyetindeyiz. Sabiha Gökçen’deki kısa bir kapı numarası değişikliği telaşının ardından, sonunda Schwechat Havaalanındayız.  Çıkışta gözlerimiz shuttlebuss arasa da bulamıyor, otobüs duraklarındaki tabelalardan çok da bir mana çıkaramıyoruz. El mecbur karşımıza çıkan ilk taksiye yüklerken eşyalarımızı,  Tokat’lı  şoförümüzün kısa bir şehir bilgilendirme turunun ardından 35 Euro’ya ulaşıyoruz şehir merkezindeki Novotel’e.  Daha kapıya varmadan burun burunayız bir bisikletli ile.  Otel elbette ki aşina olduğumuz, tüm standartlarımızı rahatlıkla karşılayan kalitesiyle yine.


Yeni gelmiş olsak da, günün kalanını değerlendirmek için atıyoruz dışarı kendimizi. İlk aklımızda elbette ki Hundertwasser evi var. Yuvarlak hatları ve asimetrik yapısıyla, Gaudi’yi çağrıştırsa da, daha çok renkli küpleri üst üste koyan bir çocuğun hayali gibi.  Fark katan, terasında bulunan onlarca ağaç ve soğan kubbeler olmalı.  Güneşi arkamıza, binayı yanımıza almaya çalışsak da, daracık sokakta kadraja sığdırmak o kadar zor ki. Yapının sakinleri bu ilginin içerisinde acaba kendilerini sıkışmış mı, yoksa mühim mi hissederler bilemedim. Binanın alt katına; ikinci el hediyelik eşyaların, el yapımı seramiklerin ve tabloların bulunduğu küçük bir dükkân eşlik ediyor. Hemen karşısında ise görülmeye değer ilginç, ufacık bir pasaj.

  
Nehrin kenarında ağaçlarla kaplı yürüyüş yolu unutturuyor yorgunluğumuzu. Yakındaki bir marketten aldığımız muz ve dondurma ile biraz bastırıyoruz açlığımızı. Henüz bilmiyoruz ki önümüzdeki üç gün market yüzü göremeyeceğiz. Buradan oteli bulmak çok kolay; Danube’yi takip et, ilginç Urania’dan dönünce hemen karşında. Kendimize gelir gelmez Viyana’nın sembollerinden biri olan dönme dolabı (Riesenrad) görmeye Prater’e gidiyoruz yürüyerek. Bir dönem avlanmak için kullanılan bu ormanlık alan daha sonra dinlenme ve eğlence alanına dönüştürülmüş ve içerisinde kocaman bir lunaparkı barındırıyor.


 Hava yeni kararmışken, kapanmadan önce dönme dolaba binmek için giriyoruz sıraya. Burada turizmin ticareti bir harika. Biletler tek tek alınabilse de, farklı birkaç etkinlikle toplamda daha indirimli kombinasyonlar var. Biz de 13 Euro’ya Danube Tower ve dönme dolap ikilisini alıyoruz. Dönme dolap öncesi giriş katındaki küçük sergide kısa bir gezinti. Kırmızı renklere bürünmüş bu alanda geçmişe dair fotoğraflar, minyatürler ve 1683 yılındaki Viyana kuşatmasının hareketli maketleri. Ardından, dönme dolaba çıkan merdivenlerde bekliyoruz sıranın bize gelmesini. On beş vagonun ikisi romantik bir akşam yemeği için dönerken, diğerleri ise onar kişilik, içerisinde ahşap oturma sıralarının ve üst kenarlarında Viyana’nın siyah-beyaz eski fotoğraflarının yer aldığı seyir vagonları. Ahşaba kazınan kalplerdeki isimlere kayarken gözlerimiz,  eşlik ediyor dönüşüne kulaklarımızdaki vals sesleri, zamanın siyah tülünün altında parlarken şehrin renkleri…https://www.youtube.com/watch?v=FaxTRX9oAV4


Ertesi sabah birçok tarihi eseri bünyesinde barındıran, mühim insanlara; özellikle Habsburg hanedanlığına kışları ev sahipliği yapan Hofburg İmparatorluk sarayına doğru yürürken, Alman edebiyatının temsilcisi Wolfgang Goethe’nin heykeli selamlıyor bizi.  Yeşil alanların, parkların ve sanat eserlerinin, halı desenleri gibi özenle dokunduğu bu şehirde, hiçbir şey batmıyor gözümüze. Ne eksik, ne fazla. İhtişamın sadelikle, güzelliğin huzurla dolduğu havasını soluyoruz. Bisiklet trafiğine biraz yabancı olsak da, yol ayrımı çizgileri sayesinde güvendeyiz. Bu şehirde yürümek öyle keyifli ki… Her trafik lambasının ışığı, farklı karakterleri yansıtıyor mesela,  bir parkın içinden geçerken bir serginin ya da muhteşem bir müziğin içinde olmak da an meselesi…


 İşte karşımızda; şaşaalı girişi ve muhteşem bahçesiyle Hofburg Sarayı... Kapının önünde sıralanmış tarihi görünümü ile faytonlar yalnızca müşterilerini beklemiyor, geçmişten kalan bir tabloyu tamamlıyorlar sanki arkalarında Prens Eugene ile. Sokaklarında sıklıkla karşımıza çıkan içilebilir çeşmelerinden biri hemen buracıkta yine. Gişeden Schönbrunn Sarayı ve Mobilya Müzesi girişinin de bulunduğu kombine biletlerimizi ve kulaklıklarımızı alıp başlıyoruz sarayı hayranlıkla seyre. İspanyol Binicilik Okulunun düzenlenen gösterisi için geç kalmışız, bir sonrakine ise yetmeyecek vaktimiz. Muhteşem tablolar, imparatorluk hazineleri, ziyafet salonları, Sisi’nin egzersiz aletleri, yemek ve sofra takımları, her bir odasının ayrı süslemeler ve eşyalarla dizayn edildiği, duvarlarının saray eşrafına ait portrelerle süslendiği, girift geçişleri ve birbirine bağlanan kapılarıyla, rutinin boğuculuğun yanında, gizemin heyecanını tattırıyor meraklılarına.


Her köşesine Avrupa’nın en güzel prensesi Sisi’nin kokusu sinmiş sanki. Hayatından kesitleri, muhteşem tabloları, kişisel eşyaları, ‘o belin içine nasıl girilir ki?’ sorusunu akla getiren elbiseleri ve soluk saraya renk getiren kişiliğinin yanı sıra hüzünlü hayat hikâyesi... İsviçre gezisi sırasında bıçaklanırken üzerinde olan siyah elbisesine bakan gözlerim dolmuyor değil hani. Soyluların yadırgadığı, halkın ise gönlünü kazanan davranışları, katı görgü kurallarını hiçe sayışı, on beş yaşında evliliğini kabul edemeyip, hayatı sindiremeyişi, varlığın içindeki boğulmuşluğu, üzerine oğlunu genç yaşta kaybedişi ile sarayların içerisinde olsan da huzurun önemini çarpıyor yüzümüze…


 Bahçesi de en az içerisi kadar intizamlı. Banklarda dinlenip sarayı karşıdan izlerken, Sisi ve Franz Joseph eşlik ediyor sohbetimize. Bu koca kompleks Ulusal Kütüphane ‘Prunksaal’ı da barındırıyor. İkiz mermer sütunları, heykelleri, süslemeleri ve kubbeli salonu çevreleyen kitap kaplı duvarları ile ilham verici güzellikte. Hazır buralardayken şimdiye kadar gördüğüm en profesyonel turizm danışma bürosundan ulaşım için haftalık biletlerimizi ve şehre ait Türkçe broşürlerimizi alıyoruz hemen.


Sıra gösterişli heykelleri ile çevrili Parlamento binasında. Sütunlu girişinin önündeki Tanrıça Palas Athena figürü ve altında akan çeşmesiyle aynı karede olmak ve bu anı saklamak gerek. Yeşilliğin sanat eserleri ile yoğrulduğu bu şehri gezerken Volksgarten’ da girişi beyaz sütunlarla örülmüş tapınağı andıran yapı içerisinde sergilenen, kayığa oturmuş balmumundan bir erkek heykeli takılıyor meraklı bakışlarımıza.  Sanki barışsak konuşacakmış gibi öylesine gerçekçi ki…


Şimdi kombine biletlerin diğer adresi, Danube Tower’ın vakti. Yüksek binalar kompleksi olan Viyana Enternasyonal Center’ın bahçesinden geçerek ulaştığımız, nehre kadar varan güneşin ışıltılarıyla parıldayan koca bir yeşil alan ve ortasından göğe yükselen kule. Piknik yapanlar, top oynayanlar ve hayatın tadını çıkaranların yanından geçiyoruz büyük bir kıskançlıkla. Kulenin girişinde okutup biletlerimizi, çıkıyoruz asansör ile zirveye. Camlarla kaplı katının yanında,  rüzgârı içimize işleyen seyir terasıyla, gün batana kadar varıyoruz şehrin tadına. Kafeteryasında oturacak yer bulamasak da resimleri görülmeye değer. Hava tam kararmadan, yakındaki muhteşem çocuk parkının da keyfi çıkarılmalı. Çocuk olasımız geliyor kızımızla.  Ormanın içine saklanmış yürüyüş yolları, eğlenceli deneysel oyuncakları, her yaşa hitap eden devasa kaydırakları, engelli parkurları ve birden karşımıza çıkan neşeli gezi treniyle bugünün sürprizi bize. Parktan çıkış için alternatif bir yol ve durak ararken, geleneksel mimarisiyle bir Çin restoranı çekiyor dikkatimizi.  Yorulduk,daha geç olmadan merkeze ulaşmalı.


Başka bir saray çağırıyor bizi ertesi sabaha. Habsburg’ların yazlık mekanı Schönbrunn’de sıra. Vatikan’ı andıran girişi kucaklıyor gelenleri. Sarı duvarlarının önünde dizilmiş faytonları ve girişe kadar uzanan bahçesiyle Disney filmlerinin içindeymişiz gibi.  Heybetli merdivenleri ve süslemeli tırabzanları ile tüm meydana bakan geniş balkonunda güzel kareler yakalamak için oyalanıyoruz biraz.


Mekandan öte, zamanda seyahat ediyoruz Schönbrunn’de sanki.  Bilet ve kulaklık alanından hemen önce, çantalar emanete teslim edildi ve adımlarımız insan akışına göre düzenlendi. Yaldızla süslenmiş beyaz kenarlar, ahşap kakmalar, Çin sahnelerini betimleyen duvar kağıtları, ya da Maria Theresa’nın kızları ile yaptığı çiçek desenli panolar, altın sarısı işlemeler, her biri sanat eseri sayılabilecek mobilyalar, saray eşrafının puslu gözlerle bakan gizemli tabloları, saklı merdivenler ve geçitleri ile baş döndüren büyülü bir labirent sanki. Burada insan kendini bahçeye atmazda ne yapar ki. Süs havuzları, av köşkü, hayvanat bahçesi, seyir terası, küçük su arklarından yapılmış şelaleleri, rengârenk çiçekleri, çeşitli türdeki ağaçları ile gez gez bitmeyen koca bir alan. Yürümekten yorulanlar için gezi treni, susayanlar için işte ağaçların arasına gizlenmiş ufacık bir çeşme.  Vaktimiz bol olsa yatıya kalırdık sende.


Yağmur dinlenmek için bize kısa bir bahane. Akşamın karanlığında şehir sakinlemişken atıyoruz kendimizi caddelerine. Graben’de geceyi aydınlatan, melek figürleriyle donatılmış 17.yy eseri veba sütunu karşımızda. Aslında bu bir adağın gerçekleşmiş hali. Yanı başındaki sanatçının müziğine kaptırıyoruz kendimizi. Her köşe başında sanatıyla Viyana şehri ve sanatçıların ünlü buluşma noktası Cafe Hawelka işte burada. Judenplatz’da Yahudi gettosunun bulunduğu meydanda bembeyaz duvarlarıyla soykırım anıtında sıra. Eğlenceli vitrinleri, ünlü markaları, çikolatalı keki(sachertorte) ile meşhur Demel’i, schnitzeli ile ünlü Figlmüller’i,  sokak gösterileri, müzisyenleri ve mutlu insanları ile gecesi de bir başka.


Sonunda, yeşil ve sarı renklerin hâkim olduğu çinili çatısı, seyir platformu olarak kullanılan yüksek kule külahlı, girişindeki ikiz kuleleri ile dışarıdan bize biraz karamsar görünse de, 1147 yılından beri tarihe tanıklık etmiş, şehrin simgesi haline gelen Stefan Katedralindeyiz. İbadet yapılan alana şimdilik geçemiyor, uzaktan incelemekle yetiniyoruz.  Bir anda içeriye giren üç-dört kişinin huzuru bozması mı, yoksa bu yüksek perdeden konuşanlarla vatandaş olmamız mıydı bizi dışarı çıkaran bilemedim. Çevrende bir tur atarak veda ediyoruz sana Aziz Stefan. Tarihin ve savaşın acımasız izlerini yansıtan duvarlarında, Türk akıncıyı ayakları altına alan azizi betimleyen heykelin canımızı yaksa da tarihi kazananlar yazar sonuçta.


İlginç Freyung pasajına düşüyor yolumuz, köşesindeki Osmanlı sipahisi Çerkes Dayı’nın heykeli kaçmıyor gözlerden. Hikâyesi mutlak bilinmeli. Hazır buralarda iken, sonradan ‘’keşke havaalanından alsaydık daha ucuzmuş’’ diyeceğimiz, hediyelik eşya arayışımızı kibrit kutusu ile sonlandırmak niyetindeyiz, tabii ki olmazsa olmaz Mozart çikolataları ve Manner gofretleri ile...


Sisi biletinin üçüncü durağı; Mobilya müzesi (Hofmobiliendepot Möbel museum) ile yeni bir sabaha merhaba.  İlginç oda tasarımları, mutfak eşyaları, enteresan koltukları, Osmanlı çadırı, kıyafetler, taçlar, tablolar, müzik aletleri, yüzlerce ayna, şamdan, sandalye ve aklımıza ne gelirse. Hatta kronolojik sırasıyla klozetler bile. On saray daha çıkar buradan desek yeri. Romy Schneider’in yeniden can verdiği Sissi’nin film çekimlerinin yapıldığı özel bölümler, eşyalar ve oda oda düzenlenen sahneleriyle... Makyaj masası ışıklar ve yönetmen koltuğu da dâhilinde.  İçinde güncel sergilere de ev sahipliği yapan müzede en ilgi çekici öğe bizce yürüyen sandalye, en güzel odası ise elbetteki eyaletlerin amblemleriyle bezenmiş, ahşabın baş döndüren parlaklığıyla armalı oda. Çocuklar için hazırlanmış katlar arasındaki oyun alanında biraz soluklanıp tekrar dolaplar, kilitler, halılar, enteresan koltuklar, hayvan postları, çekmeceler, odalar içerisinde adeta kovalamaca oynuyoruz Sisi’yle.


Şehrin açık pazarı olan Naschmarkt’ı buraya kadar gelmişken görmemek olmaz. Renkli tezgâhlarının yanı sıra, minik restoranları ve cafeleriyle burada her şey iç içe.  Hemen karşı köşede, yaldızlı küre tacıyla dikkat çeken, sergilere ev sahipliği yapan ufak bina Sezession’da görülmeye değer. Ethan Hawke’ın başrolde olduğu, Before Sunrise filmindeki hayali telefon görüşmesi sahnesiyle akıllarımıza kazınan Cafe Sperl ise işte burada.


Vaktimizin geri kalanı Kahlenberg’e kalmalı. Önce metro, sonra tramvay ile ulaşıyoruz Grinzig’e.  O da nesi? Yıllarca zihnimde kurduğum ‘cennetteki köşk’ tasviriyle karşı karşıyayım. Muhteşem bahçelerin, muhteşem çiçekleri arasındaki muhteşem evler.  ‘Amaaan kim bilir bunların da ne dertleri vardır, her şeyin başı sağlık, evden öte huzur önemli’ gibi cümlelerle dizlerimize derman bulup, açık kalan ağzımızı kapatarak, yaptığımız kısa yürüyüşün ardından, otobüs ile Kahlenberg’deyiz. Ayaklarımızın altından kıvrılarak akan Tuna nehrinin, ovaların ve şehrin masalsı manzarasıyla büyülenmiş halde biz. ‘Evet! İşte şurayı tutması söylenmiş Kırımlı Giray Han’a ama bırakınca köprüyü yaramamışız kuşatmayı’ diye anlatırken eşim, buralar gerçek mi ve biz gerçek miyiz diye düşünmüyor değilim. Sıradaki heyecan; birkaç bisikletlinin de kullandığını gördüğümüz ormanlık alanın ve kıtalar halinde sıralanmış üzüm bağlarının arasından geçerken, kaybolmamaya çalışarak Grinzig’e kadar yürümek. Patika yollar, köprüler, uçsuz bucaksız bağlar. Viyana içinde bir Viyana daha… Öylesine güzeldi ki, ‘iyi şeyler düşün’ dediğimde kendime, gözlerimi kapatıp tekrar yürürüm o dinginliğin içinde.



Son günümüzün sabahında uçağın kalkışına kadar yetiştirmemiz gereken yerlerde sıra. Rotamızda ilk durak Stadtpark. İlk konserini 19 yaşında veren ve bu konserde tam 19 kez tekrar sahneye çağrılan, ilk bestesini 6 yaşında yapmış Vals Kralı Strauss’un, altın renkli heykeline selam verip, geziyoruz Otto Wagner imzalı sakin ve ferah postane binasını. Sonraki durak girişindeki cesaret ve sadakatin betimlendiği Roma tarzı sütunlarıyla ünlü Karl kilisesi. Manevi simgeleri temsil eden bir yapı için maddi kazanç sağlama fikri, çok da ahlaki gelmediği için dar olan zamanımızı sadece dışından incelemekle değerlendiriyoruz. Karşımıza çıkan Sovyet anıtıyla kısa bir söyleşi ve ardından vakit Ankeruh vakti. Her öğlen 12 de mühim insan figürlerinin geçişlerinin sergilendiği ve her saatin başka biri tarafından simgelendiği küçük bir gösterisi. Hoher Marktaki iki binayı ve izlemek için gelen onlarca kişiyi bağlıyor birbirine.  Acaba yanındaki kafenin üst katlarından görebilir miyiz diye şansımızı denesek de, hayır görünmüyor. Ne yapalım biz de kalabalıkta yer açıyoruz kendimize. Yaklaşık on dakika süren bu keyifli gösterinin ardından ara sokaklara dalıp, şirin bir dükkânda Türkçe konuştuğumuz Kazak bir satıcıdan aldığımız anahtarlık, kızımızın koleksiyonu için katılıyor bize.


Zaman iyi değerlendirilmeli, İslamic Centre’ daki minareli cami bekler ziyaretimizi. Hiç Türkçe yazmaması biraz üzse de, Danubenin kenarındaki bu manevi soluklanma her derde deva... Şehre veda etmeden evvel, iki durak uzaktaki Donau Zentrum’u ihmal etmiş değiliz. Hele ki,  gezerken inancımıza göre pek yiyecek bulamayışımız, bir de üstüne üç gün boyunca hüsranla sonuçlanan açık market arayışımızın ardından bu keyfi kaçırmamalı.


Metro, şehri ve şehrin insanlarını keşfetmek için bulunmaz fırsat. Muhtemelen özel bir davet ya da kültürel bir etkinlik için özenle giyinmiş şık insanların yanı sıra, bisikletleri veya evcil hayvanları ile binenler, cam kenarlarına okunmak için asılmış dergiler. Kendimizi öteki hissetmemek, yadırgamamak, yadırganmamak, özgür olmak…  Bunun yanı sıra, ben buradayım diyen, modern dünyanın öteki yüzü takılıyor, yarı merak yarı korku dolu bakışlara.

  
Koşuşturmayla geçen beş günün sonunda, vaktimiz kalmadı Belvedere Sarayı’na. Kim bilir belki bir daha ki gelişimize bahane olsun istemişizdir.  Huzur dolu yüreğimiz, yürümekten bitap düşmüş bedenimizle varıp otele, eşyalarımızı alıp hızlıca çıkıyoruz yola. Bu ana kadar, her zaman uçağa yetişmek için taksinin en hızlı yol olduğunu düşünen biz, otoyoldaki kaza nedeniyle Schwechat’de her ara sokakta yoğun trafikten kaçamak yollar aramaya çalışırken, yine bir Türk taksiciyle, tarihten siyasete, eğitimden ekonomiye, sağlıktan hava durumuna, dedelerden torunlara kadar konuşarak, güven-güvensizlik çizgisinde ilerleyen, ara ara soğuk terler döktüğümüz, alternatifimizin olmadığı iki saate varan stresli yolculuğun sonunda, ucu ucuna yetişirken uçağa bu tecrübeyi de ekliyoruz hafızamıza. Açıkcası; uçağın koltuğuna yaslanıp Viyana’yı ayaklarımızın altında görmenin bizi hiç bu kadar mutlu edebileceğini düşünmemiştik.


Uçaktaki gurbetçi ailenin yetişkin kızıyla sohbet de ilginçti bizim için. Elindeki Milka çikolatadan ikram ederken bize, yıllardır Linz kentinde yaşadığı halde, Viyana’yı hiç görmemiş olması, sırf gezi için gelmemizi şaşkınlıkla karşılamasının yanı sıra, misafiriymişiz gibi sıcak davranışları renklendiriyor yolculuğumuzu.  İki ülke arasındaki marjinal yaşam; ‘ne oralı, ne de buralı’ sanırım böyle bir şey olmalı.
           

Heyecanlı finalin, huzuruna ve dinginliğine gölge düşüremez elbette. Mozart, Beethoven, Strauss, Brahms, Schubert; Haydn ve daha nice müzik dehalarına ilham olmuş güzelliğin büyülerken gözlerimizi, naif asaletin çoktan çalmış kalbimizi.  Kabarık elbiselerin, valslerin, sarayların ve tüm şatafatınla, âşık olduk sana; Prenses Viyana.


           

           



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder