Yaz ortası,
bu şehrin tam zamanı. İner inmez Shönefeld Havaalanına, ilk işimiz Berlin
Welcome Card’ı almak. İkincisi de işte buradayız diye kondurmak yüzümüze
kocaman bir gülümseme. Gerisi; takip etmek önümüzden akıp giden valizli insan
selini. Sağa sola savrulup, kırk takla
atmak yok bizdeki gibi. Uzunca bir tünelin ardından şehir merkezine giden tren
peronunun tam önündeyiz. Doğru yön-doğru tren ikilisini tuttursak da ilkinde,
aktarmadaki hatamızı bir an önce fark edip, S-Bahn ve U-Bahn acemiliğimizi
atıyoruz üzerimizden.
Sonunda varıyoruz
Kurfuerstendamm’daki otelimiz; İbis Budget’a. Yüzümüzü güldürüyor bu yorucu
günde, resepsiyondaki Türk görevlinin yardımseverliği ve nezaketi. Her şeyi yerli yerinde olan ufacık bir oda ve
övgüyü hak eden değerli personelleri.
Hava yağdı
yağacak, dışarı çıkıp atmalıyız üzerimizdeki rehaveti. İlerideki ‘mağazamızda
müşteri kral, kral da müşteridir’ sloganıyla hizmet eden; Ka De We (Kaufhaus
des Westens) enteresan bir yer. Giriş; cazip bir avm, üst katı ise sevimli bir
restoran. Biraz acıksak da, aklımızdaki yer Mustafa’s Gemüse Kebap. Mehringdamm
U-bahn çıkışında hemen karşımızda… Ancak, o da ne; kaldırımdaki bu ufacık dükkânın
önünde yağmurun altında bile sonu gelmez bir kuyruk. ‘Açken sen, sen değilsin’
hesabı, yolumuza çıkan küçük bir restoranda kızarmış tavuk ve patates ile
kebaba veda. Bazı metro istasyonları öylesine eski ki; ‘çok geçe kalma!’ diye
fısıldıyor sanki. Biz de bu sese kulak verip, hava karadıktan hemen sonra,
hayat kadınları, evsizler ve serserilerle dolu, burası Berlin olamaz dediğimiz
bir caddeden korkuyla geçip kavuşuyoruz nihayetinde odamıza.
Günün ilk
ışıklarıyla utanç duvarından başlıyoruz Berlin’e. Duvarın yıkılışıyla tekrar
kavuşan birliğin sembolü; Oberbaum Bridge ise, masalsı görünümüyle tam arkada. Uluslararası
özgürlük anıtı; East Side Galerinin dış yüzü; biten acıların sevinçleriyle
renklendirilirken, iç yüzü günümüzün utancı Suriye’deki savaşın fotoğraflarıyla
karanlıkta. Neredeyse otuz yıl ve değişen sadece acı çekenlerin kimlikleri. Birçok
filme konu, yüzlerce hayata doku olan duvar işte burada… Soru işaretleriyle
dolu hüznümüzü, yoldaki bir zamanların statü sembollerinden olan Trabant marka
arabaların rengârenk geçişi ile dağıtıp, dalıyoruz ara sokaklara düşüncelerle.
Sıklıkla yönümüzü bulmak için bakındığımız,
368 metre yüksekliği ile şehrin sembollerinden biri haline gelen TV kulesinin (Berliner
Fernsehturm) altındayız nihayet. Sanki buradan çok daha yüksek. Hemen arkasında,
ismine yakışır güzellikteki rengiyle, belediye binası Rotes Rathaus yükseliyor
göğe, karşısında kırmızısını örnek aldığı, şehrin en eski kiliselerinden
biri Marienkirche, ortada ise ünlü Neptün
çeşmesi. Tam da burada manzaranın tadını çıkarıp dinlenmeli.
Bir iki adım
sonra, sevimli dükkânlarıyla Nikolaiviertel’de sıra. Şehrin simgesi olan ayıcık
ile bir parça Berlin duvarı hatırası alarak, sokak sanatçısının ellerinde hayat
bulan Hang’ın sesine kaptırıyoruz kendimizi. Arkamıza aldığımız küçük
heykeliyle karşımızda; Nikolaikirche. Zaman, kilisenin duvarlarına yansıyan
müzikle birlikte durmuş sanki. An; öylesine dingin, öylesine huzurlu ki.
Onca kişi
gibi; Berliner Dom’un çimlerinde uzanıp hayal kurmada sıra. Kitap okuyan, müzik dinleyen ve fotoğraf çeken;
mutluluk paydasında buluşmuş insanlar… Kanaldan geçen teknelerdekiler de
cabası. Son olarak da bir döneme damgasını vuran düşüncenin mimarları; Karl Marks
ve Friedrich Engel.
Güzel bir
yemekle günü taçlandırmalı; acaba bu hangi balık, çiğ mi, pişmiş mi yoksa sadece
tütsülenmiş mi, gibi onlarca soruyla kafamızı karıştırıp tabağımızı
çeşitlendirdiğimiz tadı damağımızda kalan Nordsee, seni ülkemizde yeniden
görmek isteriz…
Şehrin huzur
arterlerinden biri olan Tiergarden’dayız. Nasıl tarif edilir bilemedim. En sevdiğim
yemeğin damağımda bıraktığı tat gibi… İstemediğin her şey senden çok uzakta… Keyifli
insanlar, kuş cıvıltıları, sessizlik ve göz alabildiğine yeşil. Şehrin içinde
saklı, sanki dünyanın keşfedilmemiş başka bir köşesi. Yolun karşısında çimlerinin
arasına dalıp fotoğraf çektirirken bile, kimsecikler yok burada. Oysa tam
olarak, Cumhurbaşkanlığı Sarayının (Schloss Bellevue) bahçesindeyiz. Çok ilginç.
Ortama ancak bu kadar uyum sağlanabilirdi. Ardından ormanın içinde akan durgun
bir nehir gibi, yürüdükçe insanı dinlendiren bu geniş caddenin sonunda
ulaşıyoruz altın melek figürlü zafer sütununa (Siegessäule).
Pek nereye
gittiğimi bilmeden eşimi takip ederken, aniden heyecanlanıyorum görünce şehrin
en önemli yüzlerinden birini. Karşımda bir efsane; Brandenburg Kapısı. Amerika,
Fransa, Rusya ve İngiltere büyükelçiliklerinin arasında sanki ablukaya alınmış
gibi. Napolyon’un söküp Paris’e götürdüğü tacı; Quadriga’yı, çoktan geri takmış
bile. Halk; bu beş kapılı yapının ancak dıştaki ikisini kullanabilirken, orta
kapılar kraliyete aitmiş bir zamanlar. Kim bilir hangi acılara, hangi sevinçlere
tanıklık etti; tarihi geçirirken içinden?
Neredeyse her sokakta karşımıza çıkan, fötr
şapkalı yürüyen yeşil adam ve duran kırmızı kardeşi de, şehrin ilginç
sembollerinden bir diğeri. Kimileri için kültürlerine sahip çıkma, kimileri
içinse binbir çeşit hediyelik eşyalarıyla kazanç kapısı bu sevimli ışık
adamları. Adları; Ampelmann’lar.
Bir de
kapının diğer yüzü var, vakit varken görüp düşünmeye değer. Mimar Peter Eisenman’ın Yahudilere adadığı; farklı
yüksekliklerde 2711 adet beton bloğun art arda dizilmiş olduğu, aralarında gezerken
çıkmazda hissettiren bir labirent. Eğimli zeminiyle zihinleri bulandırıp,
düzlüğe çıkarmayan bu 19.000 metrekarelik labirentin ismi; Holokost Anıtı.
Diğer tarafta soyluların ve zenginlerin 1907’den beri adreslerinden biri olan;
Hotel Adlon, popüler kültüre attığı imzalarla da sık sık gündemde. Gerçek şu
ki; bu yaşlı delikanlı, hala Avrupa’nın en iyi otellerinden biri. İşte tam
burada tamamlıyoruz bu günü, veda ederken güneşe.
Berlin’de
yeni bir gün, yeni bir dünya. Uzunca bir yolu aşıp ulaşıyoruz tren ile Postdam’a.
Ararken film stüdyolarını, öyle sokaklar, öyle evler, öyle bahçeler görüyoruz
ki; yaşamak için bir yer daha yerleşiyor hayallerimize. Havanın bunaltan sıcaklığı,
büyüleyici güzelliğine gölge düşüremez elbette. Az gittik uz gittik, dere tepe
düz gittik, vardık yolun sonunda Filmpark Babelsberg’e. 1912 yılından beri her film sanatçısının
hayalindeki, tarihin ilk stüdyosu. İlginçtir ki; sinemacılar çatı katlarında
çıkardıkları yangınlardan bıkıp bir araya gelir ve kendilerine şehrin uzağında
yer seçerler. Böylece yeniliklerin öncüsü olup dünya sinemasına yön verirler.
Hiçbir şeyi
kaçırmayalım, her şeyi görelim derdiyle merakla adım atarken içeri, gerçek
ötesi bir filmde buluyoruz kendimizi. En son ne zaman böylesine çığlık attım
hatırlamıyorum bile. Ardından Panama-Janosch’s Dreamland’de küçük bir sandal
turu ile başka bir hikâyenin içindeyiz. İleride toplanan kalabalığa yetişiyoruz
koşar adımlarla. Marlene Dietrich, Steven Spielberg, Tom Hanks ve George
Clooney gibi onlarca ünlü ismi ağırlayan sahneleri turla gezmede sıra. Gerçek
bir filmin sahte sokaklarında dolaşmak da ilginç, ama hayır fotoğraf
çekemezmişiz. Niye ki?
Olamaz! Kaçırmışız volkan gösterisini.
Göremedik işte yanarlı dönerli dublörleri. Biz de giriyoruz; ünlü çizgi film
kahramanı Sandman abimizin mekânına. Ufak kamera hileleri ve küçük
oyuncaklardan, kocaman dünyalara yolculuk.
Karşımıza
çıkan yaralı insanlara acırken, ‘dur bir dakika ama sarmamışlar’ diye çözüyoruz
işin sırrını. Paran kadar, yaran olsun dersen; işte, makyaj uzmanları burada!
Dahası; ilginç kostümler, maskeler ve heykeller. Neyse ki zamanımız da paramız
kadar kısıtlı. Sıra, eğlenceli televizyon şovunda. Gerçek bir set, iç içe geçen
sahneler, montaj hileleri, ses efektleri, kamera önü ve arkasıyla farklı bir
deneyim daha.
Çikolata aşkına! Hansel & Gratel gibi beni
de yıllarca büyüleyen, çocukluğumun hayali tam karşımda. Kızımız için, bu tatlı
evle tanışmanın tam zamanı. Bizim için de çok geç kalmış değil sanki. Öyle
mutluyum ki, ağzım kulaklarımda…
Yumuşak kalbini, vahşi görüntüsünün ardına
gizlemiş King Kong ile kucaklaşıp, yöneliyoruz kulaklarımıza gelen çığlık
seslerine. Yürek istiyor, birbirinden korkunç kulübelere yaklaşmak, gerçek
olmadığını bilsen bile. İnsan kemiren fareler, bin bir çeşit işkenceler ve daha
niceleriyle, giyotinle sonlanan bir
korku kasabasının içerisindeyiz şimdi de.
Korkuyu
geride bırakıp Teksas sokağının köşesinden dalıyoruz maceraya. Geminin üzerinden
fışkıran sular ve alevler arasında çarpışan silahşörler, öylesine gerçek ki...Ve
son olarak Binbir Gece Masallarının
ışıltısı bekliyor tepede bizi. İşte duymak isteyebileceğimiz son ses; “kapanmasına
beş dakika”. Ne de çabuk geçti zaman.
Doğruca; Postdam Merkez istasyonuna. Bir şeyler atıştırıp, istasyonun etrafını
çepeçevre dolanırken nasıl kiralarız diye düşünüyoruz sıra sıra bisikletleri, ta
ki kapıdaki yazıyı görene dek; ‘Pazar Günleri Kapalı’. Tabanlara kuvvet biraz dolaşıp merkezi, bu
sıcak ve eğlenceli günü burada bitirip dönmeli geri.
Yaklaşık bir
saatlik tren yolcuğunun ardından halk otobüsünü beklemek yerine, rengârenk
bahçelerinin, seyrine doyamadığımız evlerin arasında, başlıyoruz içimizdeki
tarifi mümkün olmayan sıkıntıyla yürümeye; Sachsenhausen Nazi Kampına. Gri
duvarlarla son bulurken renkler; nice hayatlara veda edilen o kapıdan geçiyoruz
biz de. “Arbeit Macht Frei” yazılmış demir parmaklıklar, çepeçevre elektrikli teller ve yüksek duvarlarla
örülmüş korkunç büyüklükte bir alan. Müze haline getirilen birkaç barakanın
dışında, diğer hepsi yakılıp yıkılmış. Silinemeyen izleri, taşlarla toprakta.
Gösterilenler bunlarsa, gizlenenler nelerdi? Mümkün değil, tüylerin ürpermemesi.
‘Hayat Güzeldir’, ‘Piyanist’ gibi yüzlerce filmden sonra öylesine zor ki nefes
almak burada!
“İnsanlar
burada nasıl yaşar?” dediğimiz barakaların yanı sıra, gözetleme kuleleri, tıbbi
deney atölyesi ve yanı başındaki sönmeyen anıt ateşiyle yüzlerce bedenin kül olduğu
fırınlar… Dahası; onca yılın ardından bile, soluyarak etkilenmemek için
girilemeyen gaz odaları. Dehşet verici. “İnsan ne kadar kötü olabilir ki?”
sorusunun sınır tanımayan cevabı, şu an dünyanın birçok köşesinde yaşandığı
gibi, işte burada. Karanlık beş saatin ardından, çıkıyoruz “çalışmak özgürlüktür”
yazan kapıdan…
Üzerimizdeki
suskunluğu bir kenara bırakıp, başlıyoruz hazırlanmaya. Kısa bir güvenlik
kontrolü, pasaportlar ve internetten aldığımız randevu kağıdımızla hemencecik
katılıyoruz 21.30’daki grubumuza. ‘Dem Deutschen Volke’ yazan ihtişamlı kapıdan
geçiyoruz bu kez. Sonunda Reichstag (Parlamento binası) terasındayız, muhteşem
gün batımı eşliğinde. Restorasyonu sırasında mimar Norman Foster’ın pırlanta gibi tacına eklediği cam kubbenin içine
giremiyoruz ne yazık ki tadilat nedeniyle. Ancak tüm Berlin muhteşem
manzarasıyla çepeçevre bu terasta… Ne kadar fotoğraflasak az. Biz de sarılıp
sevdiklerimize, bırakıyoruz kendimizi güneşin vedasını seyre…
Tiergarten’da
şöyle bir yürümek olsa da niyetimiz parkın kapıları kapalı. Tabi, hava çoktan
karardı. Biz de Siegessäule’ye (zafer anıtı) doğru yürüyüp, ilerideki
istasyonda bekliyoruz trenin gelmesini. Bazen boşunadır beklemek… Neyse ki
kalabalık bir öğrenci grubu da paylaşıyor aynı kaderi bu istasyonda bizimle.
Beklemekten vazgeçmiş ayrılırlarken bu ıssız yerden, takılıyoruz karanlıkta
peşlerine. Elbette varırlar aydınlık bir yere. Gün ışığında ne kadar
huzurluysa, karanlıkta bir o kadar ürpertici olan ağaçların arasından takiple, sonunda
ulaşıyoruz burnumuzda tüten otelimize.
Otelin hemen
karşısındaki Bauhaus da kısa bir “ne var ne yok“ turunun ardından yeni güne
Yahudi Soykırım Müzesiyle başlamak niyetindeyiz. Ta ki; akıllara durgunluk
veren kuyruğu görene dek… Belki şansımızı daha sonra deneriz deyip, dalıyoruz
bizi içine hızla çeken Unter den Linden’deki Volkswagen Grup Forum Drive’a. Ben böyle bir şey görmedim ömrümde. Konsept
arabalar, 3D çıktılar, futüristik tasarımlar, ekolojik deneyler, mini sinema ve
hatıra fotoğraf ile bambaşka bir deneyim. Bu hızla karşı taraftaki Mercedes-Benz
Galeride buluyoruz kendimizi, burası biraz
daha sakin, biraz daha ağır abi...
Humboldt
Üniversitesi, Devlet Kütüphanesi, Altes Palais, Zeughaus gibi onlarca muhteşem
yapı gibi, savaş ve diktatörlük kurbanlarına adanmış, içinde ‘ölmüş oğlunun
başındaki anne’ heykelinin kopyası ile yürek paralayan, savaş, zafer, kaçış,
yeniliş tasvirleri ve sönmeyen ateşiyle
Neue Wache de, yüzyıllardır Ihlamurlar Altı’nda.
Cadde
aralarında gezerken, adımımızı ünlü Galeri Lafeyette’ye atmış bulunuyoruz. Alt
kat; siparişinizi gözünüzün önünde hazırladıkları ve sundukları, usta şeflerin
gösterileriyle birleşen şık restoranlar. Hayranlıkla seyredip bu yemek
şölenini, yöneliyoruz üst katlara. Paris şıklığındaki spiralli cam süslüyor
yapıyı. Diğer katlarsa; mağaza bildik, klasik. Öyleyse fazla vakit
kaybetmemeli. Biraz daha yürüyüp,
atıyoruz kendimizi Gendermark’ teki ikiz kiliselerin yemyeşil çimenlerine. O da
ne; karşıda lezzetli kokusu tüm sokağa yayılan bir çikolata dükkânı. İşte benim dünyam. Hiç mümkün mü büyülenmemek? Çikolatadan
heykeller, minyatürler, oyuncaklar ve tatlı her şey... Dondurmalarımızla günü
serinletirken, kayboluyoruz sokak aralarında. Mall of Berlin’i görsek de köşede,
hiç niyetimiz yok bu güzel havada içeriye girmeye.
Göğe
yükselmekte karasız gibi duran balonu takiben, ulaşıyoruz karşı caddedeki Terör
Müzesi’ne. Onlarca resim ve yüzlerce hikâyeyi
bünyesinde barındıran küçük ve etkileyici bir alan. Daha da ilginci, kazılardan
çıkan hücrelerin işaretiyle, bu alanın bir zamanlar Gestaponun işkence üssü
olarak kullanılmış olması. Sergiden aklımıza
kazınan; Hamburg limanında çekilen o meşhur fotoğraftaki cesur adam. Yanı
başında bulunan sergi alanı; Martin Gropius Bau’ nun alt köşe penceresi
örülmüş, neden ki?
Buraya kadar
gelmişken görmeden olmaz 1961’den 1990’a kadar yabancılar için kullanılmış tek
geçiş kapısı; Check Point Charlie’yi. Neyse ki sadece replikası. Ancak hala çok
hareketli. Karşı köşedeki KFC’den bugünümüzün
akşam yemeği.
Şehrin
bizden bir yüzü için yol alıyoruz şimdi de. Giritli Aziz Efendi için 1789
yılında bağışlanan kabristanı, yıllar sonra I.Dünya Savaşında yaralanıp, tedavi
sırasında vefat eden subaylarımız taşıyor zamanın ötesine. Hazirenin yanına
zamanla inşa edilen Türk Şehitlik Camii ve külliyesi ile yapayalnız değillerse
de, gurbetin hüznünü yaşıyorum nedense onları burada görünce. Sonra da düşünüyorum;
asıl gurbette olan benim, evimde olsam bile. Yüzyıllardır dikili mezar taşları
da, bunu doğrularcasına öyle mağrur ve öyle canlı ki. Dualar ile veda
geçmişimize, geleceğimize…
Günümüzde
insanların keyifli zamanlarını değerlendiren, geçmişin muhteşem hava alanı
Tempelhoff’da sıra. Uçurtma uçuranlar,
top oynayanlar, yürüyüş yapanlar ve elbette ki bisikletliler. Niyetlensek de,
uçuk fiyatları geri adım attırıyor bize. Yürekten istemiş olmalıyız ki biraz
ileride karşımıza çıkıyor; sahibi Türk, fiyatları uygun, kiralık bir
bisikletçi. Yaşasın; şu sağdaki küçük şelaleli Victoria parkı gezip, Tempelhoff’a
bisikletlerimizle geri dönmeli…
Henüz gün
bitmedi. Hadi gidelim, Türk nüfusunun yoğun olduğu şu ünlü Kreuzberg’e. İçim
acıyarak yazıyorum ki; Berlin’ de gördüğüm en kasvetli semt. Girişte bir grup
serserinin sataşması içerisinde çekmeye çalışırken resmini, anlıyorum
adımlarımı daha dikkatli atmam gerektiğini… Çöp dolu, yıkık dökük küçük bir
parkın içinde oturuyoruz biraz korku içinde. “Berlin in Berlin” filmindeki
marjinallik ve tutsaklık çevreliyor sanki bizi. Az daha kalırsak, Thomas
karakteriyle özdeşleşecek gibi halimiz. Daha fazla ilerlemeye yok cesaretimiz,
hava kararmak üzere. Aklımızda kalsa da, birkaç yerde okuduğumuz meşhur restoranı,
aydınlık bir zamana bırakılmalı. Bu tedirginlikle doğru otele.
Sabah küçük bir
turun ardından, yüzyıldan fazla süredir burada duran ilk trafik ışıkları
karşılıyor bizi Postdamer Platz’da. Siemens tarafından yapılan beş kenarlı yan
yana dizilmiş ışıkların küçük kulesi, koca koca binaların ve hareketli
caddelerin ortasında, şehrin modern yüzüne geçmişten bir imza.
“Yenilen
pehlivan güreşe doymazmış” hesabı, “Kottbusser Tor” durağında metrodan inerek
şansımızı Kreuzberg’de tekrar deneme zamanı. Geçen sene “birileri” tarafından
kundaklanmış Mevlana Cami’nin yenilenen binasını ziyaret edip, aklımızda kalan
Hasır Restoran’a giriyoruz. Açıkçası geldiğimize değdi. Kırmızı ete,
yurtdışında pek sıcak bakmasak da, kapıya astıkları helal sertifikasıyla
lezzeti on numara. Duvarları ünlülerin resimleriyle donatılmış bu güzel mekâna
tek yakışmayan şey; lavaboları. Kreuzberg’deki bu doyurucu yemeğin ardından,
ağaçların arkasında gizlenmiş, ünlü markaların parıldayan vitrinleriyle çevrili
güzel bir cadde; Kurfürstendamm’dan yürüyüşle veda ediyoruz güne.
Kararan
bulutlar kapalı mekânlara yönlendirirken bizi, Alexanderplatz’deki Berlin
denilince akla gelen fotoğraflardan birine şahit oluyor gözlerimiz. İşte
karşımızda Dünya saati. Kısa bir alışveriş merkezi turunun ardından, çelik ve
camdan heyecan verici yapısıyla modernliğin sanatla dansı; Sony Center’ a
düşüyor yolumuz. Buradaki saklı cennet Legoland çekiyor bizi içine. On yaşındaki bir çocuk ve onun meraklı
ebeveynleri daha ne isteyebilir ki? Minicity Berlin; heyecanlı kayık turu, sineması,
oyun alanları, ürün hediyesiyle mini fabrikası ve koşuşturarak geçen keyifli iki
saat. Mağazadan aldığımız kocaman kutusuyla yeni legomuz da seyahatlerimizin
olmazsa olmazı.
Sabah
niyetimiz Postdam’ a gitmek olsa da yolda başlayan yağmur değiştiriyor
planlarımızı. Biz de ilk olarak; II.Dünya Savaşında harap olan, ancak; gelecek nesillere savaşın izini
bırakmak adına yıkık haline dokunulmayan, ünlü kilise Kaizer Wilhelm’deyiz.
Şehrin ortasında yükselen acıların anısı. Olduğu gibi bırakılmış, küçük bir
kısmında tarihinin sergisi, hemen yanı başında huzur ararcasına mavi bal peteği
camları ve modern tasarımıyla yeni kilisesi. Ahşap sıralarında oturup
inceliyoruz bu yeni yüzlü kiliseyi. Gündüz içeriyi boyayan mavi, gece ben
buradayım dercesine ışıldıyor gökyüzüne.
Avlusundaki;
‘Akan Zamanın Saati’ ile başlıyoruz yeni güne. Bernard Gitton’un tasarladığı
borulardaki yeşil sıvı, oradan çıkıp buraya doluyor. İşte saatler ve dakikalar
derken, birden fark ediyoruz zamanın nasıl akıp geçtiğini. 1920’lerde sürrealizmin
önünü açan Dada sanatçılarının önemli buluşma noktalarının da içinde bulunduğu,
restoranları, barları ve iş merkezleriyle eskinin efsane alışveriş merkezi
Europa Centre’dayız. Şimdilerde ise eskiyi özlemle anan sessizliğiyle. Biz de; içindeki turizm danışmadan iki günlük
daha Welcome card alıp veda ediyoruz şehrin bir zamanlar en büyük kompleksine…
Sonunda
kavuşuyoruz Potsdam’a. Ağaç evleri, macera dolu parkları, ormanda kaybolmuş
hissini yaşatan ağaçları ile şehir havasından sizi kurtarıp doğaya sürükleyen
Volkspark’ta geçen harika bir zaman. Ardından, aslında bir Rus korosu için inşa
edilmiş, on iki adet Puşkin evinin (Alexandrowka) sıralandığı caddeyi
tamamlayıp, Biosfer Potsdam’ın önünden merkeze doğru yol alma zamanı.
İlk bakışta cami gibi duran, mağribi tarzdaki
Buhar Türbini var sırada. Park Sanssouci’deki çeşmelere su sağlayan özel buhar
pompası ancak bu kadar güzel gizlenebilirdi. Etrafında gezinmek, yanındaki
yeşil alan, çocuk parkı ve yürüyüş yolunda vakit geçirmek oldukça
dinlendiriciydi. Sonunda kavuşuyoruz, Prusya kralı Friedrich’in mirasına. Gri
sütunlarının kucakladığı büyük avlusu, azametli girişi ve muhteşem kubbesiyle
1769 yılından beri yaşayan bu yeni saray; ‘Neues Palais’ görülmeden
geçilmemeli. Akşamki etkinlik için hazırlanan orkestrası ve küçük kokteyli de
bizim şansımıza.
Park
Sanssouci öyle bir kompleks ki; Roma Hamamı, Çin Çay Köşkü, Barış Kilisesi, müzesi, konuk evleri, sarayları, havuzları ve
birbirinden güzel bahçeleriyle sanki bir insanın hayalindeki cennetin tasviri.
Saray içinde saray, bahçe içinde bahçe ile şehrin içinde başka bir şehir.
“Berlin’de
hakimler var!” hikayesine konu olan eski değirmenin önünden geçip, ulaşıyoruz tasasız saray Sanssouci’ye. Üzüm
bağlarının arasında parlayan altın bir yüzük gibi. Bilemedim hangisi daha
güzel, saray mı yoksa bahçesi mi? Bağlarla birlikte biz de akıyoruz adım adım
ortadaki havuza. Bahçelerle ilgili bir belgeselde tam da burayı anlatırken
duymuştum; ‘seyahat edebilme şansına sahip insanlar’ cümlesini. Kral
Friedrich’in dünyanın birçok köşesinden esinlendiği heykeller, anıtlar, dikili
taşlar ve çiçeklerle donattığı bu bahçe için ona ithaf edilmişti. Seyahat
edebildiğim müddetçe kendimi öyle şanslı hissediyorum ki!
Huzuru
sırtımıza alıp, bir de biz geçiyoruz şehrin
ayakta kalan üç kapısının en görkemlisi Brandenburg Tor’dan. Yedi Yıl savaşlarında
kazanılan zaferin anısını yaşatıyor üzerindeki mitolojik figürlerle. Trafiğe
kapalı küçük dükkânların olduğu bu sevimli caddede ısınıyoruz sıcacık bir
kahveyle. Caddeye açılan başka bir cadde; hayranlık uyandırıcı güzellikte.
Kırmızı kiremitten yapılmış, pitoresk çatılı 134 Flemenk evinin sıralandığı
tarihi mahallede, kısa bir gezintinin ardından dönüyoruz geri. Kapıyı arkamıza
alıp bu güzel caddede, margarita pizza ile tat katıyoruz muhteşem günümüze. Merkeze
doğru yol alma vakti, son akşamın hüznü çökerken içimize. Bikini Berlin’de
uyanık maymunları izlerken koca bir camın önünde, nasıl veda edeceğiz diye
düşünüyoruz bu şehre. Berlin’deki rüyalarımızı göreceğimiz son gece.
Ertesi sabah Kurfuerstendamm’dan son bir fotoğraf ile hoşça kal diyoruz, bu karmaşık duygular hissettiren şehre. Sevgili Berlin; ne yabancısın, ne de bizden biri. Her köşende ayrı bir tadı, ayrı bir resmi, ayrı bir şehri sunuyorsun seni görmeye gelenlere. Kim bilir daha neler saklıyorsun içinde? Biraz büyük, biraz soğuk, ama çokça huzurlusun. Hoşça kal hayatımızdaki yedi güzel günün adı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder