7 Nisan 2018 Cumartesi

Berlin İçinde Berlin


Yaz ortası, bu şehrin tam zamanı. İner inmez Shönefeld Havaalanına, ilk işimiz Berlin Welcome Card’ı almak. İkincisi de işte buradayız diye kondurmak yüzümüze kocaman bir gülümseme. Gerisi; takip etmek önümüzden akıp giden valizli insan selini.  Sağa sola savrulup, kırk takla atmak yok bizdeki gibi. Uzunca bir tünelin ardından şehir merkezine giden tren peronunun tam önündeyiz. Doğru yön-doğru tren ikilisini tuttursak da ilkinde, aktarmadaki hatamızı bir an önce fark edip, S-Bahn ve U-Bahn acemiliğimizi atıyoruz üzerimizden.


Sonunda varıyoruz Kurfuerstendamm’daki otelimiz; İbis Budget’a. Yüzümüzü güldürüyor bu yorucu günde, resepsiyondaki Türk görevlinin yardımseverliği ve nezaketi.  Her şeyi yerli yerinde olan ufacık bir oda ve övgüyü hak eden değerli personelleri.


Hava yağdı yağacak, dışarı çıkıp atmalıyız üzerimizdeki rehaveti. İlerideki ‘mağazamızda müşteri kral, kral da müşteridir’ sloganıyla hizmet eden; Ka De We (Kaufhaus des Westens) enteresan bir yer. Giriş; cazip bir avm, üst katı ise sevimli bir restoran. Biraz acıksak da, aklımızdaki yer Mustafa’s Gemüse Kebap. Mehringdamm U-bahn çıkışında hemen karşımızda… Ancak, o da ne; kaldırımdaki bu ufacık dükkânın önünde yağmurun altında bile sonu gelmez bir kuyruk. ‘Açken sen, sen değilsin’ hesabı, yolumuza çıkan küçük bir restoranda kızarmış tavuk ve patates ile kebaba veda. Bazı metro istasyonları öylesine eski ki; ‘çok geçe kalma!’ diye fısıldıyor sanki. Biz de bu sese kulak verip, hava karadıktan hemen sonra, hayat kadınları, evsizler ve serserilerle dolu, burası Berlin olamaz dediğimiz bir caddeden korkuyla geçip kavuşuyoruz nihayetinde odamıza.


Günün ilk ışıklarıyla utanç duvarından başlıyoruz Berlin’e. Duvarın yıkılışıyla tekrar kavuşan birliğin sembolü; Oberbaum Bridge ise, masalsı görünümüyle tam arkada. Uluslararası özgürlük anıtı; East Side Galerinin dış yüzü; biten acıların sevinçleriyle renklendirilirken, iç yüzü günümüzün utancı Suriye’deki savaşın fotoğraflarıyla karanlıkta. Neredeyse otuz yıl ve değişen sadece acı çekenlerin kimlikleri. Birçok filme konu, yüzlerce hayata doku olan duvar işte burada… Soru işaretleriyle dolu hüznümüzü, yoldaki bir zamanların statü sembollerinden olan Trabant marka arabaların rengârenk geçişi ile dağıtıp, dalıyoruz ara sokaklara düşüncelerle.


 Sıklıkla yönümüzü bulmak için bakındığımız, 368 metre yüksekliği ile şehrin sembollerinden biri haline gelen TV kulesinin (Berliner Fernsehturm) altındayız nihayet. Sanki buradan çok daha yüksek. Hemen arkasında, ismine yakışır güzellikteki rengiyle, belediye binası Rotes Rathaus yükseliyor göğe, karşısında kırmızısını örnek aldığı, şehrin en eski kiliselerinden biri  Marienkirche, ortada ise ünlü Neptün çeşmesi. Tam da burada manzaranın tadını çıkarıp dinlenmeli.
  
Bir iki adım sonra, sevimli dükkânlarıyla Nikolaiviertel’de sıra. Şehrin simgesi olan ayıcık ile bir parça Berlin duvarı hatırası alarak, sokak sanatçısının ellerinde hayat bulan Hang’ın sesine kaptırıyoruz kendimizi. Arkamıza aldığımız küçük heykeliyle karşımızda; Nikolaikirche. Zaman, kilisenin duvarlarına yansıyan müzikle birlikte durmuş sanki. An; öylesine dingin, öylesine huzurlu ki.  


Onca kişi gibi; Berliner Dom’un çimlerinde uzanıp hayal kurmada sıra.  Kitap okuyan, müzik dinleyen ve fotoğraf çeken; mutluluk paydasında buluşmuş insanlar… Kanaldan geçen teknelerdekiler de cabası. Son olarak da bir döneme damgasını vuran düşüncenin mimarları; Karl Marks ve Friedrich Engel.


Güzel bir yemekle günü taçlandırmalı; acaba bu hangi balık, çiğ mi, pişmiş mi yoksa sadece tütsülenmiş mi, gibi onlarca soruyla kafamızı karıştırıp tabağımızı çeşitlendirdiğimiz tadı damağımızda kalan Nordsee, seni ülkemizde yeniden görmek isteriz…


Şehrin huzur arterlerinden biri olan Tiergarden’dayız. Nasıl tarif edilir bilemedim. En sevdiğim yemeğin damağımda bıraktığı tat gibi… İstemediğin her şey senden çok uzakta… Keyifli insanlar, kuş cıvıltıları, sessizlik ve göz alabildiğine yeşil. Şehrin içinde saklı, sanki dünyanın keşfedilmemiş başka bir köşesi. Yolun karşısında çimlerinin arasına dalıp fotoğraf çektirirken bile, kimsecikler yok burada. Oysa tam olarak, Cumhurbaşkanlığı Sarayının  (Schloss Bellevue) bahçesindeyiz. Çok ilginç. Ortama ancak bu kadar uyum sağlanabilirdi. Ardından ormanın içinde akan durgun bir nehir gibi, yürüdükçe insanı dinlendiren bu geniş caddenin sonunda ulaşıyoruz altın melek figürlü zafer sütununa (Siegessäule).

Pek nereye gittiğimi bilmeden eşimi takip ederken, aniden heyecanlanıyorum görünce şehrin en önemli yüzlerinden birini. Karşımda bir efsane; Brandenburg Kapısı. Amerika, Fransa, Rusya ve İngiltere büyükelçiliklerinin arasında sanki ablukaya alınmış gibi. Napolyon’un söküp Paris’e götürdüğü tacı; Quadriga’yı, çoktan geri takmış bile. Halk; bu beş kapılı yapının ancak dıştaki ikisini kullanabilirken, orta kapılar kraliyete aitmiş bir zamanlar.  Kim bilir hangi acılara, hangi sevinçlere tanıklık etti; tarihi geçirirken içinden?

 Neredeyse her sokakta karşımıza çıkan, fötr şapkalı yürüyen yeşil adam ve duran kırmızı kardeşi de, şehrin ilginç sembollerinden bir diğeri. Kimileri için kültürlerine sahip çıkma, kimileri içinse binbir çeşit hediyelik eşyalarıyla kazanç kapısı bu sevimli ışık adamları. Adları; Ampelmann’lar.
           

Bir de kapının diğer yüzü var, vakit varken görüp düşünmeye değer.  Mimar Peter Eisenman’ın Yahudilere adadığı; farklı yüksekliklerde 2711 adet beton bloğun art arda dizilmiş olduğu, aralarında gezerken çıkmazda hissettiren bir labirent. Eğimli zeminiyle zihinleri bulandırıp, düzlüğe çıkarmayan bu 19.000 metrekarelik labirentin ismi; Holokost Anıtı. Diğer tarafta soyluların ve zenginlerin 1907’den beri adreslerinden biri olan; Hotel Adlon, popüler kültüre attığı imzalarla da sık sık gündemde. Gerçek şu ki; bu yaşlı delikanlı, hala Avrupa’nın en iyi otellerinden biri. İşte tam burada tamamlıyoruz bu günü, veda ederken güneşe.
           
Berlin’de yeni bir gün, yeni bir dünya. Uzunca bir yolu aşıp ulaşıyoruz tren ile Postdam’a. Ararken film stüdyolarını, öyle sokaklar, öyle evler, öyle bahçeler görüyoruz ki; yaşamak için bir yer daha yerleşiyor hayallerimize. Havanın bunaltan sıcaklığı, büyüleyici güzelliğine gölge düşüremez elbette. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, vardık yolun sonunda Filmpark Babelsberg’e.  1912 yılından beri her film sanatçısının hayalindeki, tarihin ilk stüdyosu. İlginçtir ki; sinemacılar çatı katlarında çıkardıkları yangınlardan bıkıp bir araya gelir ve kendilerine şehrin uzağında yer seçerler. Böylece yeniliklerin öncüsü olup dünya sinemasına yön verirler.

Hiçbir şeyi kaçırmayalım, her şeyi görelim derdiyle merakla adım atarken içeri, gerçek ötesi bir filmde buluyoruz kendimizi. En son ne zaman böylesine çığlık attım hatırlamıyorum bile. Ardından Panama-Janosch’s Dreamland’de küçük bir sandal turu ile başka bir hikâyenin içindeyiz. İleride toplanan kalabalığa yetişiyoruz koşar adımlarla. Marlene Dietrich, Steven Spielberg, Tom Hanks ve George Clooney gibi onlarca ünlü ismi ağırlayan sahneleri turla gezmede sıra. Gerçek bir filmin sahte sokaklarında dolaşmak da ilginç, ama hayır fotoğraf çekemezmişiz. Niye ki?


 Olamaz! Kaçırmışız volkan gösterisini. Göremedik işte yanarlı dönerli dublörleri. Biz de giriyoruz; ünlü çizgi film kahramanı Sandman abimizin mekânına. Ufak kamera hileleri ve küçük oyuncaklardan, kocaman dünyalara yolculuk. 

Karşımıza çıkan yaralı insanlara acırken, ‘dur bir dakika ama sarmamışlar’ diye çözüyoruz işin sırrını. Paran kadar, yaran olsun dersen; işte, makyaj uzmanları burada! Dahası; ilginç kostümler, maskeler ve heykeller. Neyse ki zamanımız da paramız kadar kısıtlı. Sıra, eğlenceli televizyon şovunda. Gerçek bir set, iç içe geçen sahneler, montaj hileleri, ses efektleri, kamera önü ve arkasıyla farklı bir deneyim daha.

 Çikolata aşkına! Hansel & Gratel gibi beni de yıllarca büyüleyen, çocukluğumun hayali tam karşımda. Kızımız için, bu tatlı evle tanışmanın tam zamanı. Bizim için de çok geç kalmış değil sanki. Öyle mutluyum ki, ağzım kulaklarımda…

 Yumuşak kalbini, vahşi görüntüsünün ardına gizlemiş King Kong ile kucaklaşıp, yöneliyoruz kulaklarımıza gelen çığlık seslerine. Yürek istiyor, birbirinden korkunç kulübelere yaklaşmak, gerçek olmadığını bilsen bile. İnsan kemiren fareler, bin bir çeşit işkenceler ve daha niceleriyle,  giyotinle sonlanan bir korku kasabasının içerisindeyiz şimdi de.



Korkuyu geride bırakıp Teksas sokağının köşesinden dalıyoruz maceraya. Geminin üzerinden fışkıran sular ve alevler arasında çarpışan silahşörler, öylesine gerçek ki...Ve son olarak  Binbir Gece Masallarının ışıltısı bekliyor tepede bizi. İşte duymak isteyebileceğimiz son ses; “kapanmasına beş dakika”.  Ne de çabuk geçti zaman. Doğruca; Postdam Merkez istasyonuna. Bir şeyler atıştırıp, istasyonun etrafını çepeçevre dolanırken nasıl kiralarız diye düşünüyoruz sıra sıra bisikletleri, ta ki kapıdaki yazıyı görene dek; ‘Pazar Günleri Kapalı’.  Tabanlara kuvvet biraz dolaşıp merkezi, bu sıcak ve eğlenceli günü burada bitirip dönmeli geri.


Yaklaşık bir saatlik tren yolcuğunun ardından halk otobüsünü beklemek yerine, rengârenk bahçelerinin, seyrine doyamadığımız evlerin arasında, başlıyoruz içimizdeki tarifi mümkün olmayan sıkıntıyla yürümeye; Sachsenhausen Nazi Kampına. Gri duvarlarla son bulurken renkler; nice hayatlara veda edilen o kapıdan geçiyoruz biz de. “Arbeit Macht Frei” yazılmış demir parmaklıklar,  çepeçevre elektrikli teller ve yüksek duvarlarla örülmüş korkunç büyüklükte bir alan. Müze haline getirilen birkaç barakanın dışında, diğer hepsi yakılıp yıkılmış. Silinemeyen izleri, taşlarla toprakta. Gösterilenler bunlarsa, gizlenenler nelerdi? Mümkün değil, tüylerin ürpermemesi. ‘Hayat Güzeldir’, ‘Piyanist’ gibi yüzlerce filmden sonra öylesine zor ki nefes almak burada!


“İnsanlar burada nasıl yaşar?” dediğimiz barakaların yanı sıra, gözetleme kuleleri, tıbbi deney atölyesi ve yanı başındaki sönmeyen anıt ateşiyle yüzlerce bedenin kül olduğu fırınlar… Dahası; onca yılın ardından bile, soluyarak etkilenmemek için girilemeyen gaz odaları. Dehşet verici. “İnsan ne kadar kötü olabilir ki?” sorusunun sınır tanımayan cevabı, şu an dünyanın birçok köşesinde yaşandığı gibi, işte burada. Karanlık beş saatin ardından, çıkıyoruz “çalışmak özgürlüktür” yazan kapıdan…


Üzerimizdeki suskunluğu bir kenara bırakıp, başlıyoruz hazırlanmaya. Kısa bir güvenlik kontrolü, pasaportlar ve internetten aldığımız randevu kağıdımızla hemencecik katılıyoruz 21.30’daki grubumuza. ‘Dem Deutschen Volke’ yazan ihtişamlı kapıdan geçiyoruz bu kez. Sonunda Reichstag (Parlamento binası) terasındayız, muhteşem gün batımı eşliğinde. Restorasyonu sırasında mimar Norman Foster’ın  pırlanta gibi tacına eklediği cam kubbenin içine giremiyoruz ne yazık ki tadilat nedeniyle. Ancak tüm Berlin muhteşem manzarasıyla çepeçevre bu terasta… Ne kadar fotoğraflasak az. Biz de sarılıp sevdiklerimize, bırakıyoruz kendimizi güneşin vedasını seyre… 


Tiergarten’da şöyle bir yürümek olsa da niyetimiz parkın kapıları kapalı. Tabi, hava çoktan karardı. Biz de Siegessäule’ye (zafer anıtı) doğru yürüyüp, ilerideki istasyonda bekliyoruz trenin gelmesini. Bazen boşunadır beklemek… Neyse ki kalabalık bir öğrenci grubu da paylaşıyor aynı kaderi bu istasyonda bizimle. Beklemekten vazgeçmiş ayrılırlarken bu ıssız yerden, takılıyoruz karanlıkta peşlerine. Elbette varırlar aydınlık bir yere. Gün ışığında ne kadar huzurluysa, karanlıkta bir o kadar ürpertici olan ağaçların arasından takiple, sonunda ulaşıyoruz burnumuzda tüten otelimize.


Otelin hemen karşısındaki Bauhaus da kısa bir “ne var ne yok“ turunun ardından yeni güne Yahudi Soykırım Müzesiyle başlamak niyetindeyiz. Ta ki; akıllara durgunluk veren kuyruğu görene dek… Belki şansımızı daha sonra deneriz deyip, dalıyoruz bizi içine hızla çeken Unter den Linden’deki Volkswagen Grup Forum Drive’a.  Ben böyle bir şey görmedim ömrümde. Konsept arabalar, 3D çıktılar, futüristik tasarımlar, ekolojik deneyler, mini sinema ve hatıra fotoğraf ile bambaşka bir deneyim. Bu hızla karşı taraftaki Mercedes-Benz Galeride buluyoruz kendimizi,  burası biraz daha sakin, biraz daha ağır abi...

Humboldt Üniversitesi, Devlet Kütüphanesi, Altes Palais, Zeughaus gibi onlarca muhteşem yapı gibi, savaş ve diktatörlük kurbanlarına adanmış, içinde ‘ölmüş oğlunun başındaki anne’ heykelinin kopyası ile yürek paralayan, savaş, zafer, kaçış, yeniliş tasvirleri ve sönmeyen ateşiyle  Neue Wache de, yüzyıllardır Ihlamurlar Altı’nda.


Cadde aralarında gezerken, adımımızı ünlü Galeri Lafeyette’ye atmış bulunuyoruz. Alt kat; siparişinizi gözünüzün önünde hazırladıkları ve sundukları, usta şeflerin gösterileriyle birleşen şık restoranlar. Hayranlıkla seyredip bu yemek şölenini, yöneliyoruz üst katlara. Paris şıklığındaki spiralli cam süslüyor yapıyı. Diğer katlarsa; mağaza bildik, klasik. Öyleyse fazla vakit kaybetmemeli.  Biraz daha yürüyüp, atıyoruz kendimizi Gendermark’ teki ikiz kiliselerin yemyeşil çimenlerine. O da ne; karşıda lezzetli kokusu tüm sokağa yayılan bir çikolata dükkânı.  İşte benim dünyam.  Hiç mümkün mü büyülenmemek? Çikolatadan heykeller, minyatürler, oyuncaklar ve tatlı her şey... Dondurmalarımızla günü serinletirken, kayboluyoruz sokak aralarında. Mall of Berlin’i görsek de köşede, hiç niyetimiz yok bu güzel havada içeriye girmeye.

Göğe yükselmekte karasız gibi duran balonu takiben, ulaşıyoruz karşı caddedeki Terör Müzesi’ne.  Onlarca resim ve yüzlerce hikâyeyi bünyesinde barındıran küçük ve etkileyici bir alan. Daha da ilginci, kazılardan çıkan hücrelerin işaretiyle, bu alanın bir zamanlar Gestaponun işkence üssü olarak kullanılmış olması.  Sergiden aklımıza kazınan; Hamburg limanında çekilen o meşhur fotoğraftaki cesur adam. Yanı başında bulunan sergi alanı; Martin Gropius Bau’ nun alt köşe penceresi örülmüş, neden ki? 


Buraya kadar gelmişken görmeden olmaz 1961’den 1990’a kadar yabancılar için kullanılmış tek geçiş kapısı; Check Point Charlie’yi. Neyse ki sadece replikası. Ancak hala çok hareketli.  Karşı köşedeki KFC’den bugünümüzün akşam yemeği.


Şehrin bizden bir yüzü için yol alıyoruz şimdi de. Giritli Aziz Efendi için 1789 yılında bağışlanan kabristanı, yıllar sonra I.Dünya Savaşında yaralanıp, tedavi sırasında vefat eden subaylarımız taşıyor zamanın ötesine. Hazirenin yanına zamanla inşa edilen Türk Şehitlik Camii ve külliyesi ile yapayalnız değillerse de, gurbetin hüznünü yaşıyorum nedense onları burada görünce. Sonra da düşünüyorum; asıl gurbette olan benim, evimde olsam bile. Yüzyıllardır dikili mezar taşları da, bunu doğrularcasına öyle mağrur ve öyle canlı ki. Dualar ile veda geçmişimize, geleceğimize…


Günümüzde insanların keyifli zamanlarını değerlendiren, geçmişin muhteşem hava alanı Tempelhoff’da sıra.  Uçurtma uçuranlar, top oynayanlar, yürüyüş yapanlar ve elbette ki bisikletliler. Niyetlensek de, uçuk fiyatları geri adım attırıyor bize. Yürekten istemiş olmalıyız ki biraz ileride karşımıza çıkıyor; sahibi Türk, fiyatları uygun, kiralık bir bisikletçi. Yaşasın; şu sağdaki küçük şelaleli Victoria parkı gezip, Tempelhoff’a bisikletlerimizle geri dönmeli…





Henüz gün bitmedi. Hadi gidelim, Türk nüfusunun yoğun olduğu şu ünlü Kreuzberg’e. İçim acıyarak yazıyorum ki; Berlin’ de gördüğüm en kasvetli semt. Girişte bir grup serserinin sataşması içerisinde çekmeye çalışırken resmini, anlıyorum adımlarımı daha dikkatli atmam gerektiğini… Çöp dolu, yıkık dökük küçük bir parkın içinde oturuyoruz biraz korku içinde. “Berlin in Berlin” filmindeki marjinallik ve tutsaklık çevreliyor sanki bizi. Az daha kalırsak, Thomas karakteriyle özdeşleşecek gibi halimiz. Daha fazla ilerlemeye yok cesaretimiz, hava kararmak üzere. Aklımızda kalsa da, birkaç yerde okuduğumuz meşhur restoranı, aydınlık bir zamana bırakılmalı. Bu tedirginlikle doğru otele.

Sabah küçük bir turun ardından, yüzyıldan fazla süredir burada duran ilk trafik ışıkları karşılıyor bizi Postdamer Platz’da. Siemens tarafından yapılan beş kenarlı yan yana dizilmiş ışıkların küçük kulesi, koca koca binaların ve hareketli caddelerin ortasında, şehrin modern yüzüne geçmişten bir imza.

“Yenilen pehlivan güreşe doymazmış” hesabı, “Kottbusser Tor” durağında metrodan inerek şansımızı Kreuzberg’de tekrar deneme zamanı. Geçen sene “birileri” tarafından kundaklanmış Mevlana Cami’nin yenilenen binasını ziyaret edip, aklımızda kalan Hasır Restoran’a giriyoruz. Açıkçası geldiğimize değdi. Kırmızı ete, yurtdışında pek sıcak bakmasak da, kapıya astıkları helal sertifikasıyla lezzeti on numara. Duvarları ünlülerin resimleriyle donatılmış bu güzel mekâna tek yakışmayan şey; lavaboları. Kreuzberg’deki bu doyurucu yemeğin ardından, ağaçların arkasında gizlenmiş, ünlü markaların parıldayan vitrinleriyle çevrili güzel bir cadde; Kurfürstendamm’dan yürüyüşle veda ediyoruz güne.


Kararan bulutlar kapalı mekânlara yönlendirirken bizi, Alexanderplatz’deki Berlin denilince akla gelen fotoğraflardan birine şahit oluyor gözlerimiz. İşte karşımızda Dünya saati. Kısa bir alışveriş merkezi turunun ardından, çelik ve camdan heyecan verici yapısıyla modernliğin sanatla dansı; Sony Center’ a düşüyor yolumuz. Buradaki saklı cennet Legoland çekiyor bizi içine.  On yaşındaki bir çocuk ve onun meraklı ebeveynleri daha ne isteyebilir ki? Minicity Berlin; heyecanlı kayık turu, sineması, oyun alanları, ürün hediyesiyle mini fabrikası ve koşuşturarak geçen keyifli iki saat. Mağazadan aldığımız kocaman kutusuyla yeni legomuz da seyahatlerimizin olmazsa olmazı.



Sabah niyetimiz Postdam’ a gitmek olsa da yolda başlayan yağmur değiştiriyor planlarımızı. Biz de ilk olarak; II.Dünya Savaşında harap  olan, ancak; gelecek nesillere savaşın izini bırakmak adına yıkık haline dokunulmayan, ünlü kilise Kaizer Wilhelm’deyiz. Şehrin ortasında yükselen acıların anısı. Olduğu gibi bırakılmış, küçük bir kısmında tarihinin sergisi, hemen yanı başında huzur ararcasına mavi bal peteği camları ve modern tasarımıyla yeni kilisesi. Ahşap sıralarında oturup inceliyoruz bu yeni yüzlü kiliseyi. Gündüz içeriyi boyayan mavi, gece ben buradayım dercesine ışıldıyor gökyüzüne.

Avlusundaki; ‘Akan Zamanın Saati’ ile başlıyoruz yeni güne. Bernard Gitton’un tasarladığı borulardaki yeşil sıvı, oradan çıkıp buraya doluyor. İşte saatler ve dakikalar derken, birden fark ediyoruz zamanın nasıl akıp geçtiğini. 1920’lerde sürrealizmin önünü açan Dada sanatçılarının önemli buluşma noktalarının da içinde bulunduğu, restoranları, barları ve iş merkezleriyle eskinin efsane alışveriş merkezi Europa Centre’dayız. Şimdilerde ise eskiyi özlemle anan sessizliğiyle.  Biz de; içindeki turizm danışmadan iki günlük daha Welcome card alıp veda ediyoruz şehrin bir zamanlar en büyük kompleksine…


Sonunda kavuşuyoruz Potsdam’a. Ağaç evleri, macera dolu parkları, ormanda kaybolmuş hissini yaşatan ağaçları ile şehir havasından sizi kurtarıp doğaya sürükleyen Volkspark’ta geçen harika bir zaman. Ardından, aslında bir Rus korosu için inşa edilmiş, on iki adet Puşkin evinin (Alexandrowka) sıralandığı caddeyi tamamlayıp, Biosfer Potsdam’ın önünden merkeze doğru yol alma zamanı.

        İlk bakışta cami gibi duran, mağribi tarzdaki Buhar Türbini var sırada. Park Sanssouci’deki çeşmelere su sağlayan özel buhar pompası ancak bu kadar güzel gizlenebilirdi. Etrafında gezinmek, yanındaki yeşil alan, çocuk parkı ve yürüyüş yolunda vakit geçirmek oldukça dinlendiriciydi. Sonunda kavuşuyoruz, Prusya kralı Friedrich’in mirasına. Gri sütunlarının kucakladığı büyük avlusu, azametli girişi ve muhteşem kubbesiyle 1769 yılından beri yaşayan bu yeni saray; ‘Neues Palais’ görülmeden geçilmemeli. Akşamki etkinlik için hazırlanan orkestrası ve küçük kokteyli de bizim şansımıza.

Park Sanssouci öyle bir kompleks ki; Roma Hamamı, Çin Çay Köşkü, Barış Kilisesi,  müzesi, konuk evleri, sarayları, havuzları ve birbirinden güzel bahçeleriyle sanki bir insanın hayalindeki cennetin tasviri. Saray içinde saray, bahçe içinde bahçe ile şehrin içinde başka bir şehir.


“Berlin’de hakimler var!” hikayesine konu olan eski değirmenin önünden geçip,  ulaşıyoruz tasasız saray Sanssouci’ye. Üzüm bağlarının arasında parlayan altın bir yüzük gibi. Bilemedim hangisi daha güzel, saray mı yoksa bahçesi mi? Bağlarla birlikte biz de akıyoruz adım adım ortadaki havuza. Bahçelerle ilgili bir belgeselde tam da burayı anlatırken duymuştum; ‘seyahat edebilme şansına sahip insanlar’ cümlesini. Kral Friedrich’in dünyanın birçok köşesinden esinlendiği heykeller, anıtlar, dikili taşlar ve çiçeklerle donattığı bu bahçe için ona ithaf edilmişti. Seyahat edebildiğim müddetçe kendimi öyle şanslı hissediyorum ki!

         Huzuru sırtımıza alıp,  bir de biz geçiyoruz şehrin ayakta kalan üç kapısının en görkemlisi Brandenburg Tor’dan. Yedi Yıl savaşlarında kazanılan zaferin anısını yaşatıyor üzerindeki mitolojik figürlerle. Trafiğe kapalı küçük dükkânların olduğu bu sevimli caddede ısınıyoruz sıcacık bir kahveyle. Caddeye açılan başka bir cadde; hayranlık uyandırıcı güzellikte. Kırmızı kiremitten yapılmış, pitoresk çatılı 134 Flemenk evinin sıralandığı tarihi mahallede, kısa bir gezintinin ardından dönüyoruz geri. Kapıyı arkamıza alıp bu güzel caddede, margarita pizza ile tat katıyoruz muhteşem günümüze. Merkeze doğru yol alma vakti, son akşamın hüznü çökerken içimize. Bikini Berlin’de uyanık maymunları izlerken koca bir camın önünde, nasıl veda edeceğiz diye düşünüyoruz bu şehre. Berlin’deki rüyalarımızı göreceğimiz son gece.

           

Ertesi sabah Kurfuerstendamm’dan son bir fotoğraf ile hoşça kal diyoruz, bu karmaşık duygular hissettiren şehre. Sevgili Berlin; ne yabancısın, ne de bizden biri. Her köşende ayrı bir tadı, ayrı bir resmi, ayrı bir şehri sunuyorsun seni görmeye gelenlere. Kim bilir daha neler saklıyorsun içinde? Biraz büyük, biraz soğuk, ama çokça huzurlusun.  Hoşça kal hayatımızdaki yedi güzel günün adı…






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder